ALEVİLİK BİLGİ FORMU-ALEVİ-VEYSEL
ALLAH-MUHAMMED -YA ALİ.

Vahdetin sırrına ereyim dersen
Vucudun şehrine gireyim dersen
Tüm alemi aynı göreyim dersen
Önce Kendi ÖZÜNÜ bilmen gerek

Küntü kenzin sırrına ermek için
Tüm alemi kendinde görmek için
Hakk sende olduğun bilmek için
Önce Kendi ÖZÜNÜ bilmen gerek

Enel Hakk sırrına erişmek için
Tüm varlığı bir gözle görmek için
Vahdeti vücuda ulaşmak için
Önce kendi ÖZÜNÜ bilmen gerek

Hakkı Baba Hakk'ı bileyim dersen
Hakk'a Hakk-el yakin olayım dersen
Sen kendi kendini bileyim dersen

..ÖNCE KENDİ ÖZÜNÜ BİLMEN GEREK..

..Dönen dönsün yolundan ,Ben dönmezem yolumdan..

Join the forum, it's quick and easy

ALEVİLİK BİLGİ FORMU-ALEVİ-VEYSEL
ALLAH-MUHAMMED -YA ALİ.

Vahdetin sırrına ereyim dersen
Vucudun şehrine gireyim dersen
Tüm alemi aynı göreyim dersen
Önce Kendi ÖZÜNÜ bilmen gerek

Küntü kenzin sırrına ermek için
Tüm alemi kendinde görmek için
Hakk sende olduğun bilmek için
Önce Kendi ÖZÜNÜ bilmen gerek

Enel Hakk sırrına erişmek için
Tüm varlığı bir gözle görmek için
Vahdeti vücuda ulaşmak için
Önce kendi ÖZÜNÜ bilmen gerek

Hakkı Baba Hakk'ı bileyim dersen
Hakk'a Hakk-el yakin olayım dersen
Sen kendi kendini bileyim dersen

..ÖNCE KENDİ ÖZÜNÜ BİLMEN GEREK..

..Dönen dönsün yolundan ,Ben dönmezem yolumdan..
ALEVİLİK BİLGİ FORMU-ALEVİ-VEYSEL
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Giriş yap

Şifremi unuttum

Arama
 
 

Sonuç :
 


Rechercher çıkıntı araştırma

En son konular
» Osmanlı kimdir
TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ 4Cuma Ocak 26, 2024 10:03 am tarafından alevi-veysel

» Türk tarihi
TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ 4Cuma Ocak 05, 2024 7:57 pm tarafından alevi-veysel

» site trafiğimiz
TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ 4Cuma Kas. 17, 2023 3:37 pm tarafından alevi-veysel

» forum resimlerimiz
TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ 4Paz Ocak 09, 2022 8:09 pm tarafından Pir Veysel

» Melamiyye
TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ 4Salı Ağus. 22, 2017 5:57 pm tarafından alevi-veysel

» Hasan Sabah ve Haşhaşiler tarikatı
TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ 4Perş. Ara. 22, 2016 3:47 pm tarafından Admin

» OSMANLI DEVLETİNDE BEKTAŞİ TARİKATININ KAPATILMASI VE SONRASI GELİŞMELER
TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ 4Perş. Ara. 22, 2016 3:43 pm tarafından Admin

» BİZİM SAYFAMIZ
TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ 4Çarş. Haz. 15, 2016 8:05 pm tarafından Admin

» Zara AKDEDE (Cimilti) Köyü
TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ 4Salı Mayıs 17, 2016 3:39 pm tarafından Admin

Mayıs 2024
PtsiSalıÇarş.Perş.CumaC.tesiPaz
  12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
2728293031  

Takvim Takvim

Galeri


TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ Empty
Ortaklar
bedava forum

Similar topics
RSS akısı


Yahoo! 
MSN 
AOL 
Netvibes 
Bloglines 


Sosyal yer imi

Sosyal yer imi reddit      

Sosyal bookmarking sitesinde ALEVİLİK BİLGİ FORMU-ALEVİ-VEYSEL adresi saklayın ve paylaşın

Kimler hatta?
Toplam 1 kullanıcı online :: 0 Kayıtlı, 0 Gizli ve 1 Misafir

Yok

[ Bütün listeye bak ]


Sitede bugüne kadar en çok 216 kişi Cuma Ağus. 11, 2017 12:46 am tarihinde online oldu.
Istatistikler
Toplam 16 kayıtlı kullanıcımız var
Son kaydolan kullanıcımız: Pir Veysel

Kullanıcılarımız toplam 5038 mesaj attılar bunda 681 konu

TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Aşağa gitmek

semah TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 1:36 pm

İnsanın toplum içerisindeki konumunu belirleyen etmenlerden birisi özsel kimliğidir. Özsel kimliğimizi oluşturan kriterler ise ailemiz, aile geçmişimiz, ırkımız, dilimiz, dinimiz, dinsel açıdan aile kökenimiz-felsefemiz gibi temel noktalardır. Bunlar adımız, soyadımız, memleketimiz gibi bize bir kimlik kazandırmaktadırlar. Bu kimlik bizim özsel veya kısaca öz kimliğimiz olmaktadır. Öz kimliğimiz bizi aynı zamanda geçmişten geleceğe taşıyan bir köprü görevi de görmektedir. Sadece bizim değil bizden olan nesillerinde tıpkı bizim gibi üzerinde taşıyacağı bir kimliktir. Bu kimlik dünya üzerindeki yerimizi, konumumuzu belirtmekle kalmayıp hayatımızı şekillendirmekte, yaşantımıza anlam katmakta, hayat felsefemizi belirlememizde kılavuz olmakta, siyasi düşüncemizin temelini oluşturmakta, kısaca yaşantımızla ilgili belirleyicilik taşımaktadır. Bu anlamda geçmişten geleceğe taşınan öz olmaktadır.Bu kimlikte zaman içerisinde değiştiremeyeceğimiz ailemiz, kökenimiz ve ırkımızdır.Dinimizi, dinsel felsefemizi, dilimizi değiştirmek elimizde olmasına rağmen bunları değiştirmek bile zordur.
Cumhuriyet dönemi başında laik düzenin sağlanması amacı ve de laikliğin anlamını uygulamaya geçirmek düşüncesi ile tekke ve zaviyeler kapatılmış, dinin – İslam dinini- tek merkezden uygulanması ve bu uygulamanın devletin kontrolünde yapılması amaçlanmıştır. Yapılmak istenen ülke içindeki karanlık yuvaların kapatılarak, İslam dininin tek merkezden, yönetimin bilgisi ve kontrolü dahilinde bilimsel ve araştırmacı bir şekilde topluma ulaştırılması ve uygulanmasıdır. Bu amaç doğrultusunda Diyanet İşleri Başkanlığı Kurumu oluşturularak ibadet, öğretim ve ibadet yerlerinin buradan yürütülmesine başlanılmıştır.
Yapılmak istenilen laik düzenin oluşturulmaya çalışmasının yanı sıra, toplumu bilim, akıl ve araştırmadan uzak bir karanlığa sürükleyen cahil din adamlarının önünü kesmek ve topluma gerçek anlamda dini uygulamaları verilmesini sağlamaktır. Genç cumhuriyet için karanlıktan aydınlığa geçiş de dinin bilimsel, araştırmacı ve akılcı bir şekilde halka ulaştırılması elbetteki doğru bir karardır. Ancak gözden kaçan şey İslam dininde de diğer büyük dinlerde olduğu gibi çeşitliliğin bulunuyor olmasıdır. Kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı ne yazık ki ülkede ki bu çeşitliliği göz ardı ederek İslam’ın Sünni ana kolunun Hanefi mezhebini temel alan bir çalışma sistemi içerisinde çalışmalarını sürdürmüş ve de hala sürdürmektedir. Bir nevi bu ülke için canını, kanını, malını vermekten çekinmeyen her zaman için devletinden yana olan ve ülke içerisinde hiç de azımsanmayacak bir sayıda bulunan Alevi-Bektaşi topluluğu yok sayılmıştır.
Aleviler, tekke ve zaviyelerin kapatılması ile sadece dergahlar ellerinden alınmamıştır, aynı zamanda dergah ve ocaklar vasıtası ile nesillere ve kişilere ulaşan bilgi, görgü ve de ibadetten alıkonulmuştur. Bilgi ve görgüye ulaşmalarını sağlayan yazılı eserlerin bir kısmına el konulmuş, ibadetlerini yapacakları yerlerin kapatılması ile de sözsel bilgilerin aktarılmasına imkan kalmamıştır. Sünni kesim, devletin kurumu tarafından bilgi ve ibadet yeri ile desteklenirken, Alevi kesim bütün bunlardan mahrum, kendi başına bırakılmıştır.
Bütün bunların olumsuzluğu sürerken 1950 sonrası dünyada yayılmaya başlayan özgürlükçü düşüncelerin ülkemize girmesi ile birlikte özgürlükçü bir yapıda olan Alevi toplumunun gençliği bu düşüncelerin etkisi ile siyasi yelpazenin sol kısmına kaymışlardır. Gerçekte de Alevilerin sol yelpazede bulunmaları Türkiye şartlarında normal karşılanabilirdir. Çünkü felsefeleri açısından önce insan gelmektedir, özgürlükçü, değişimci ve akılcı bir felsefe olması, Türkiye de ise –hala da aynı biçimde devam eden- siyasi yapının ve düşüncelerin dinin etkisinde bulunması, merkez de yer alan partilerin bile dinsel temaları kullanıp yeri gelsin propagandalarında bunları kullanması nedeniyle önlerinde ki tek seçenek sol yapı içerisinde olmak olmuştur.
Bütün bunların yaşanmasının yanı sıra köyden kentlere ve oradan da büyükşehirlere olan göç ile bilgi ve görgünün kişilere aktarma organı olarak görev yapan ve Alevilik inancında önemli bir yeri olan dedelik kurumunun işleyişine büyük bir sekte vurmuştur. Gerek cem ayinlerinin yapılamaması, gerekse dedelik kurumunun tam olarak işleyememesi nedeni ile 1960 sonrası kuşak Alevilik inancının adı ile baş başa kalmıştır. Toplum, kişiler ve nesiller bilgi, görgü ve ibadete ulaşamamış bu nedenle dinsel kimliğini net bir şekilde orta koyamamıştır.
Birçok genç insan kendisini Alevi olarak tanımlamakla ve kendisine ailesel nedenlerden ötürü bu dinsel kimliği vermekle birlikte bunun ne anlama geldiğini, ne olduğunu, nerede doğduğunu, içeriğinin ne olduğunu, felsefesinde nelerin yer aldığını, inancın nasıl uygulandığını v.b. birçok bilgiyi açıklayamamaktadır. Sadece “Alevi, Bektaşi, Muharrem orucu, Cem, eline-beline-diline sahip olmak” gibi kelimeleri kullanmakta ancak bunların içeriği hakkında bilgi sahibi bulunmamaktadır.
Ne yazık ki yalnızca 1950 yıllından sonraki kuşaklar bilgi, görgü ve ibadetten uzak kalmamışlar, onlardan olan kuşaklarda bu eksikliği çekmiş ve halada çekmektedir. Hızla gelişen dünya ve bilim ile birlikte ayrıca azda olsa oluşan özgürlükçü yapı nedeni ile dinsel kimliğini belirtmekten çekinmeme ve ardından bilgiye ulaşma isteği Alevi gençliğinde oluşmaya başlamıştır. Alevi aileler çocuklarına Alevi olduklarını söylemekle birlikte gerek Alevilik gerekse Bektaşilik konularında temel bilgileri ki bunların büyük çoğunluğu kulaktan dolma, kendi büyüklerinden öğrendikleri bilgilerdir, vermeye çalışmaktadır.
Yeni yetişmekte olan nesil bilgi ve görgü eksikliğini hissetmekte, kafasında oluşan veya çevresince sorulan sorulara cevap verememenin eksikliğini duyumsamaktadır. Bu da dinsel kimliklerini net olarak ortaya koyamamalarına neden olmaktadır. Bugün birçoğumuz çocuğumuz tarafından yöneltilen sorulara net olarak cevap verememekteyiz ki bu durum bizim de bu bilgilere sahip olmamamızdan kaynaklanmaktadır.
Kendi öz kimliğimiz netleştirebilmek, öz kimliğimizi belirleyen etmenlerden biri olan dinsel kimliğimizi özümseyebilmek ve belki de bundan önemlisi çocuklarımıza bunları aktarıp onların bilinçli ve kişilikleri yerli yerine oturmuş insanlar olmasını sağlamak için bilgi ve görgüye ulaşmamız gerekmektedir. Çok derinlemesine olmasa bile “Aleviyim” sözünün altındaki temel bilgileri, felsefeyi bilmemiz gerektiğine herkesin katılacağı aşikârdır.
En yalın hali ile Aleviliği, Bektaşiliği tanımlamak, öğretilerinin ve felsefelerinin çıkış noktalarını belirlemek, derinlemesine incelemek ve öğrenmek isteyenler için bir başlangıç noktası olması amacıyla genel olarak yüzeysel, kaba ve yalın bir tarz benimsenerek bir çalışma yapılmıştır. Çeşitli görüş, fikir ve düşünceler kısaca açıklanmış ayrıca temelde ulaşılan ortak nokta vurgulanmaya çalışılmıştır.
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 1:37 pm

ALEVİ KELİMESİNİN ANLAMI
Alevi kelimesi Türkçe bir kelime olup Arapça Şii ve Şia kelimelerinin karşılığıdır. Sözlük anlamına göre Alevi, Hz. Ali’ye bağlı ve ondan yana olan kimse demektir. Bu bağlamda aynı şekilde, Alevilik de genel olarak Hz. Ali’yi sevmek ve onun soyunun yani Ehli Beyt’in yolundan gitmek olarak tanımlanabilir. Bu tabirle dünyada yaşayan ve ana kol olarak Şii olan bütün mezhep, tarikat, inanç ve düşüncedeki insanlara Türkçe de Alevi denilmektedir. Ülkemizdeki anlamı değişik şekillerde yorumlanmasına rağmen bilimsel olarak Hz. Ali taraftarlığından gelmekte olup  ülkemizdeki Aleviliği İslam dan ayrı tutmak ve yorumlamak yanlış olacaktır.  Ülkemizdeki Alevi inanışının temelinde yatan tıpkı bütün dünyada ki Alevi inanışının temelinde yer alan tek tanrı Allah, peygamber Hz. Muhammed, Hz. Ali ve Ehli-Beyt sevgisi ve bağlılığıdır.
Öncelikle Şii olarak tanımlanan ve Türkçe’si Alevi olan İslam’ın bu ana kolunun doğuşunun ve İslam’ın iki ana kola ayrılmasının nedenlerini bilmek gerekmektedir. Her ne kadar kimi çevrelerce Şii’lik ile Anadolu da yaşanılan Alevilik ayrı temellere oturtulmaya çalışılsa da yukarıda bahsedilen nedenlerden ötürü bunları birbirinden ayırmak yanlıştır. Şiilik ve Aleviliğin sözlüksel bakımdan aynı anlama geliyor olması nedeni ile bu çalışmada Anadolu da yaşanılan Aleviliğe, Türk-Anadolu Aleviliği denilmiştir.
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 1:38 pm

ALEVİLİĞİN İLK OLUŞUMU
Aleviliğin çıkışındaki temel nokta Hz. Muhammed’in vefatı sonrasında ortaya çıkan kimin halife olacağı sorunudur. Bu sorun aynı zamanda Alevi-Sünni meselesinin ilk tohumlarını atılmasının da temelindedir. Peygamberin ölümünün ardından ortaya çıkan halifenin kim olacağı sorununu basit siyasi bir çekişme olarak yorumlamak yanlış olacaktır. Arabistan yarımadasından başlayarak Mısır, Irak, İran gibi yakın bölgelerde yayılmaya başlayan İslam aynı zamanda dinin ötesine geçerek bir Arap hükümdarlığı şeklinde yayılmaktadır. Bu hükümdarlığın temeli hicret den sonra bizzat Hz. Muhammed tarafından atılmıştır. Halife, hükümdarlığın başkanının yanı sıra adından dan anlaşılacağı üzere Hz.Muhammed den sonra İslam’a yön verecek ve yönetecek dini bir lider olacaktır. İslam ile ilgili bazı şeylerin netlik içerisinde olmaması, Kuran-ı Kerim’in yazılı kitap olarak oluşturulmamış olması ve uygulamalar konusunda çelişkilerin olması nedeni ile bir nevi dini liderin belirlenmesi zorunludur. İlave olarak Mekke de yer alan ailelerinde bir nevi çekişmesidir. Peygamber, Haşimoğullarından gelmekte olup, İslam öncesi Mekke de söz sahibi olan Kureyş kabilesi içerisinde önemli yeri bulunan diğer ailelerce, halifelik İslam öncesi dönemde olduğu gibi dinin ve Arapların yönetiminde söz sahibi olma çabaları bu çekişmede önemli bir yer işgal etmektedir.
Hz Ali, Hz. Muhammed amcasıoğlu,, kendisine ilk inanıp İslam’ı kabul eden, en güvendiği sadık adamı ve kızı Hz. Fatma’nın eşi olması nedeni ile damadı olmakla kalmayıp erkek çocuğu olmaması nedeni ile soyunun devamını sağlayan kişide olmaktadır. Bu nedenlerden ötürü Hz. Muhammed daha sağlığında birçok kez Hz. Ali’nin halefi olacağını vurgulamıştır. Bu vurgulamalardan, Şii ve Sünni kaynaklı hadislerden birkaç örnek vermek gerekirse;
 
- Hz. Muhammed Veda Haccı’ nda (23 Şubat 632) kendisinden sonra yerine Ali’yi vekiltayin ettiğini şöyle açıklamıştır: “ Ben kimin mevlası isem, Ali’de O’nun mevlasıdır.     O’ na dost olana dost, düşman olana düşman ol, O’na yardım edene yardım et, O’nunla horlayanı horla, nerede olursa olsun gerçeği O’nunla beraber kıl...”.Hz. Muhammed’in bu açıklamasından sora; Ebu Bekir, Ömer ve sahabeden önde gelenler Ali’inin veliliğini kutlarlar hatta Ömer; “ kutlu olsun sana ne mutlu ey Ebu Talip oğlu Ali, bugün benim ve her erkek ve kadın müminin mevlası oldun” diye konuşma yapar. Bu gelişmelerden sonra Hz. Muhammed bu doğrultudaki konuşmasının sonunda “kalk ya Ali” diye Ali’yi ayağa kaldırır ve cemaate şöyle der. “ Benden sonra imam olarak halka doğru yolu göstermek üzere seni seçtim. Senden  razı oldum, Ben kimin mevlası isem Ali’de onun mevlasıdır, özünüz doğru  olarak O’na uyun ...”arkasından ; “Allah’ım O’nu seveni sev O’ na düşman olana düşman ol” diye ilave eder.
 
- Hz. Muhammed, Ebu Talib ‘in evindeki bir toplantıda, ellerini Ali’nin omuzlarına koyarak şöyle der; “ içinizde bu benim  kardeşimdir, vasiymdir, halifemdir, artık O’nu dinleyin  ve O’na itaat edin.” der.
 
-Hz. Muhammed bir hadisinde; “ Ulular ulusu Allah, Peygamberi ayrı ayrı ağaçlardan ( soylardan) yarattı. Ağacın kökü benim, Ali dalları budaklarıdır. Fatma o ağacın verimidir. Hasan ve Hüseyin meyveleri, şia’mızda yapraklarıdır.Kim bu ağcın dallarında birine yapışırsa kurtulur. Yapışmayan helek olur.” der.
 
-Hz. Muhammed bir hadisinde; “Size iki paha biçilmez şey bırakıyorum. İlkin Allah’ın kitabı, diğeri Ehlibeyttim. Size Ehlibeytime uymanızı öğütlerim olur.” der.
 
Bütün bunlar Hz. Ali’nin peygamber tarafından kendi ölümünden sonra halifeliğe, dini ve siyasi liderliğe atandığının bir göstergesidir. Bu durum bütün Alevi topluluğunun kabul ettiği bir gerçek olmakla kalmamakta ayrıca Sünni mezhebinden kimi din alimlerince de kabul görmektedir.
Ancak peygamberin ölümünün ( hicri; 13.Rebiyüevve.l1 – miladi: 08.Haziran.632) hemen sonrasında Hz. Ali’nin cenaze işleri ile uğraşması nedeniyle katılmadığı toplantıda Ömer etkisi altına aldığı bazı kimselerle Ebu Bekir’i halife ilan edilir ve arkasından  da Mekke de başlamak üzere, yeri gelsin kılıç korkusu ile İslam dünyası Ebu Bekir’e biat  eder. Aleviliğin, yani Hz. Ali taraftarlığın çıkışı bu olay ile başlamıştır.
Yukarıda da bahsedildiği üzere bu sadece siyasi bir çekişme olarak algılanması yanlış olacaktır. Arap-İslam devleti veya hükümdarlığının liderliğinin yanı sıra İslam’ı şekillendirecek dini liderlik de halifeliğin içerisinde yer almaktadır.
 
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 1:40 pm

PEYGAMBER SONRASI İSLAM DİNİNDE Kİ OLUŞUM
Peygamberin ölümünden sonra ki halife seçiminin sadece siyasi değil aynı zaman da dinsel liderlik seçimi olduğunu vurgulanmasının nedeni İslam dinine kılavuzluk edecek olan Kuran-ı Kerim’in, Hz. Muhammed’in yaşamı sırasında kitap haline getirilmemiş olmasıdır. Çoğunlukla inananlar tarafından ezberlenmiş, deri ve benzeri şeylere bir kısmı yazılmıştır. Büyük çoğunluğu sahabe olarak adlandırılan kişilerce ezberlenmek sureti ile hafızalarda yer almaktadır ki hiçbir sahabe tamamını ezbere bilmemektedir. Ana detayları başka bir yazıda daha derinlemesine incelenmesi gereken bir konu olmakla birlikte burada anlatılmak istenen halifenin İslam’ı şekillendirecek lider olmasınıdır.
Kuran’ı Kerim, ilk halife Hz. Ebubekir döneminde, savaşlarda oldukça fazla sahabenin ölmesi üzerine kitap haline getirilmeye çalışılmış ve sonunda kitap haline getirilen Kuran’ı Kerim muftalar halinde çoğaltılmıştır. Hz Osman’ın halifeliği döneminde Kuran’ı Kerim’in yeniden ele alınıp yazılması kararlaştırılmıştır. Kimi kaynaklara göre dil ve lehçe farklılığı nedeniyle buna ihtiyaç duyulduğu belirtilmektedir. Oluşturulan komisyonca, Hz.Ebubekir’in kızı Hazfa dan alınan ilk mufta baz alınarak Kuran- Kerim yeniden kitap haline getirilmiştir. İslam kaynaklarınca da belirtildiği üzere, iki kitap arasında gerek ayet sayısında, gerek düzeninde ve gerekse de kimi ayet eklemeleri nedeni ile farklılıklar bulunmaktadır. Kuran-ı Kerim in yeniden yazılmasından sonra ilk mufta Hafza ya teslim edilmiş, geri kalan bütün muftaların toplanarak yakılması emredilmiştir. Yeniden, noktalama işaretsiz olarak yazılan Kuran’ı Kerim kimi kaynaklarca dört, kimi kaynaklarca yedi nüsha olarak çoğaltılarak İslam’ın yayıldığı bölgelere gönderilmiştir.
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 1:40 pm

İSLAM’DA AYRILIŞIN BAŞLANGICI
Hz. Ebubekir’in ölümünden sonra halifeliğe Hz. Ömer ve onun ölümünden sonra da Hz. Osman halifeliğe getirilmiştir. Osman’ın halifelik dönemi (644-656), daha önce tohumları ekilmiş bulunan bölünmelerin, problemlerin su yüzüne çıktığı bir dönem olmuştur. Halife Osman’ın yönetiminde akrabalarına, yani Emevi ailesine gösterdiği aşırı yakınlık ve valiliklere onları tayin etmesi ve diğer suiistimaller ona karşı Irak, Mısır, Hicaz ve Surite’de yoğun bir hoşnutsuzluk duyulmasına yolaçmıştır. Valileri halka kötü davranıyor olmalarına rağmen onları koruyucu bir tutum takınmış, sonuçta Mısır, Basra ve Kûfe’den yola çıkan gruplar Halife Osman’ın evini kuşatarak onu öldürmüşlerdir.(656)
Üçüncü Halife Osman’ın öldürülmesi sonrasında Hz. Ali halifeliği sahabenin ısrarları üzerine kabul etmiştir. Bu olay Hz Ali taraftarları ile karşısında yer alan kesimin bir nevi çarpışması, İslam âleminin ikiye ayrılmasının başlangıcı olduğu kadar aynı zamanda İslam âleminin üzerine sürülecek olan kan lekesinin de ortaya çıkışına neden olacak olayların temelidir. Daha önce Osman’ın aleyhinde bulunmuş olan Hz. Muhammed’in eşlerinden Ayşe, Talha ve Zübeyr, Hz. Ali’nin halife olmasına tamamen karşı olmakla kalmayıp, Hz. Osman ile aynı aileye bağlı olan Şam valisi Muaviye’nin halifeliği için çaba sarf etmişlerdir. Hz. Ali ye biat etmeyi ret eden Muaviye ile yapılan Sıffin Savaşı (26 Temmuz 657) sorunu çözememiş aksine bu savaşın sonucunda İslam âlemi Hz. Ali yandaşları, Muaviye yandaşları ve Hariciler olmak üzere üçe bölünmüştür. Hariciler, İslam âlemindeki fitnenin sebebi olarak Hz. Ali, Muaviye ve Sıffın savaşı sonrasında hakem olan Amr İbnül as. görmüşler ve eğer bunlar ortadan kalkarsa fitne sona erer düşüncesi ile bu üç kişiyi ortadan kaldırmak için bir suikastciler belirleyip görevlendirmişlerdir. Muaviye ve Amr İbnul as'ı öldürecek olanlar başarıya ulaşamaz. Hz. Ali'yi öldürme vazifesini alan ise hedefine ulaşır ve hicri 17 Ramazan 40 – miladi 24 Ocak 661’de Hz. Ali, İbn Mülcem adlı bir harici tarafından cami de uğradığı saldırı sonucunda şehit olmuştur.
Hz. Ali’nin öldürülmesi olayı ile İslam dünyasında bir tarafta Şii-Şia olarak adlandırılan Hz. Ali taraftarları diğer tarafta Muaviye ( babası Ebu Süfyan Kabe’nin ve putların koruyucusu, Kureyş’in yönetici ailesinin başı ve Mekke’nin en zenginlerinden biridir. Mekke’nin fethinden sonra peygamberin ilan ettiği genel afla kurtulup, müslüman olmuş, zamanla durumunu daha düzeltip, saygınlığını ve soyundan gelen siyasi gücünü daha da artırmıştır. Ama İslam’a karşı düşmanlığı ile ilgili anılar henüz unutulmamış olduğundan bu gücü kullanmak tüm bunlardan uzak büyüyen Muaviye’ye maloldu) taraftarları olmak üzere büyük bir bölünme yaşanmıştır.
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 1:42 pm

İSLAMA SÜRÜLEN KAN LEKESİ VE ALEVİLİĞİN OLUŞUMU
Bu bölünme sonucunda gerek İslam hükümdarlığının gerekse dinin başına Muaviye gelmiştir. Siyasi yönünden daha da önemlisi, gelişen ve yayılan İslam dininde uygulamalarda ki farklılıklar Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın halifelinden sonra en fazla Muaviye ve onun bağlı olduğu Emevi iktidarı döneminde yaşanmaya başlanmıştır. İslam dünyası ehli sünnet ve ehli beyt taraftarları olmak üzere iki büyük gruba ayrılmıştı. Ancak asıl kopma ve ona bağlı olarak asıl düşmanlık ve farklılaşma Hz. Ali’nin öldürülmesi ile değil peygamberin torunları ve aynı zamanda Hz. Ali’nin çocukları olan Hz. Hasan’ın zehirlenerek öldürülmesine müteakip Hz. Hüseyin’in Kerbala da şehit edilmesidir.
Hz. Ali’nin öldürülmesi sonrasında Şam ve Mısır dışında bütün eyaletler Hz. Hasan’a biat etmişlerdir ancak. Muaviye kendi iktidarı için tehlikeli saydığı Hz. Hasan’ı zehirletmekten de çekinmemiş ve kendisinden sonra oğlu Yezid’in halife olmasını sağlamak yoluna gitmişti. Artık İslam hükümdarlığının başında İslam’ı dünyaya getiren peygamber Hz. Muhammed’in torunlarının katili olan Muaviye ve dolayısı ile Emeviler bulunmaktadır. Hz. Hasan’ın zehirletilmesiyle (25 Mart 670) Yezid’in önünde en büyük engel olarak Hz. Hüseyin bulunmaktadır.
Kerbala olayını gerek siyasi, gerek sosyal, gerek insani ve gerekse dinsel açıdan önemli sonuçları olan bir olaydır. Kerbala olayı, Alevilik inancındaki herkes tarafından dinsel felsefesi ne olursa olsun her zaman için önemini koruyacak olmakla kalmayıp, İslam dinine inanan herkesin bu olaydan alması gereken dersler bulunmaktadır. Bugün Irak sınırları içerisinde kalan Kerbela da gerçekleşen bu insanlık ve din dışı olayı anlatmamak veya en azından kısaca değinmemek yanlış olacaktır. Hele de sonuçları bakımından düşünülürse bu olayın her müslüman tarafından bilinmesinde yarar vardır. Daha önce de belirtildiği üzere peygamberin ölümü sonrasında halifeliğe Hz. Ali nin atanmaması nedeniyle ortaya çıkan bölünme Kerbala olayından sonra aralarında uçurumun yer aldığı bir ayrılığa neden olmuştur.

Yezid ilk iş olarak Medine Valisi ve akrabası Velid’e bir mektup yazarak, özellikle Hz. Hüseyin’in muhakkak kendisine uymasının sağlanmasını, bunu reddederse öldürülmesini emrediyordu. Doğal olarak Hz. Hüseyin’in Yezid gibi bir zalime itaat etmesi mümkün değildi. Hz. Hüseyin, Muhammed Hanefi’nin de tavsiyesiyle (hicri: 28 Recep 60 – miladi: 4 Mayıs 680 gecesi), bütün aile fertlerini yanına alarak Mekke’ye gitti. Ayrıca, Hz. Hüseyin’in Yezid’e biat etmediğini ve Mekke’ye gittiğini öğrenen Kûfeliler de Hz. Hüseyin’e elçiler göndererek Kûfe’ye davet ile kendisini halife olarak tanıyacaklarını bildirdiler. Bunun üzerine Hz. Hüseyin amcaoğlu Müslim’i uygun bir ortam sağlamak için Kûfe’ye gönderdiyse de Müslim Yezid’in adamlarınca yakalanarak idam edildi. Hz. Hüseyin Mekke’den Kûfe’ye doğru yola çıktığı sırada Müslim öldürülmüştü.
Hz. Hüseyin ve beraberindekiler Kerbela’ya geldiklerinde hem susuz bırakılmış, hem de binlerce kişilik ordu tarafından sarılmış durumdaydılar. Yezid’in Kûfe valisi Ubeydullah, Hz. Hüseyin’in geri dönmek, Yezid’le görüşmek veya islam sınırlarından birine gitmek isteklerinden hiçbirini kabul etmedi. Esasen onun görevi Yezid’in emrini yerine getirmek, yani Hz. Hüseyin’i öldürmekti. Çünkü biliyordu ki Hz. Hüseyin yaşadığı sürece efendisi Yezid’e rahat yoktu. Sözde müslümanlardan oluşan koskoca bir ordu iktidar uğruna kendi dinlerini kuran Peygamberin torununu ve ailesini katletmeye kararlıydı.
Nihayet hicri: 10 Muharrem 61 – miladi: 10 Ekim 680 günü Hz. Hüseyin son hazırlıklarını yaptı ve Yezid’in ordusuna yaklaşarak hitab etmek istediyse de, bu anlamlı konuşma Yezid’in ordusunu pek etkilemedi. Çok dengesiz bir şekilde başlayan savaşta Hz. Hüseyin’in 23 süvari ve 40 piyadeden oluşan savaşçıları öğleden sonraya gelindiğinde gittikçe azalmış bulunuyordu. Hz. Hüseyin de bu az sayıda insanla yaya olarak savaşıyordu. Sonunda Şimr’in emriyle her yandan hücum edilerek Hz. Hüseyin şehid edildi. Sonra çadırlar yağma edildi, hasta olan İmam Zeynel Abidin de öldürülmek istendiyse de engellendi. Bu çirkin savaşın en küçük kurbanı ise daha altı aylık bir bebek olan Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Asgar’dı. Hz. Hüseyin tarafında şehit olanlar yetmiş iki kişi idi.

Bu olay İslam alemini şoke etmekle birlikte Ehl-i Sünnet (Sünni) ve Ehl-i Beyt (Şii) taraftarları arasında büyük bir bölünmeye, kine neden olmakla kalmamış aynı zaman da bir nevi Aleviliğin doğumuna tam olarak neden olmuştur. Bugün dünyanın hangi bölgesinde hangi felsefik inanca sahip olursa olsun bir Alevi için Kerbela olayı ve 10 Muharrem büyük önem taşımaktadır. Alevilik, Kerbela olayından sonra özellikle olayın geçtiği bölge olan Irak ve İran içerisinde yayılmaya başlamıştır. Bugün içinde Aleviliğin yaygın olduğu bölge Irak, İran, Türkiye ve Türk cumhuriyetleridir.
Bu kısma kadar anlatılmak istenen Hz. Ali taraftarı anlamına gelen ve Arapça adı ile Şii, Türkçe anlamı ile Aleviliğin doğuşu ve yayılmasının kısa bir özetidir. Bu noktada akıllara ilk anda gelen soru ise Türkiye de ki Alevilerin inanç ve ibadet şekillerinin diğer Şii ana koluna bağlı mezheplerden neden farklı olduğudur. Türkiye de ki Aleviliğe bu mana da Türk Aleviliği, Türkmen Aleviliği veya Anadolu Aleviliği demek daha doğru olacaktır. Her ne kadar kimi çevrelerce de böyle bir tanım sakıncalı ve yanlış olduğu düşünülmektedir. Tanımın doğruluğu ve yanlışlığı konusuna girilmeden önce Türklerin İslamlaşmasını incelemek yerinde olacaktır.
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 1:43 pm

TÜKLERİN İSLAM DİNİ İLE KARŞILAŞMALARI VE KABUL ETMELERİ
Alevilik, Kerbele olayı ile İslam dünyası içerisinde hızla yayılmaya başlanmış oldu. 750 yıllına kadar süren Emevi döneminden, Hz.Ali ve soyunun başlarına gelenler ve özellikle de Kerbela olayı Alevilerce her tarafa yayılmaktadır. İslam dünyasındaki siyasal ve dinsel bölünmelere kaynaklık eden bu olaylardan Arapların yanı sıra, Türkler, İranlılar ve diğer uluslar da doğal olarak etkileniyorlardı. Özellikle Arap yarımadasının kuzeyinde İslam’ı kabullenen yeni uluslar arasında Hz.Ali bir sembol halini alıyor ve onun savaşçılık, yiğitlik ve velilik yönleriyle bezenmiş menkıbeleri her yere yayılıyordu. Hz.Ali’nin sembolleşmesinin yanı sıra, bütün muhalif hareketlerin kalkış noktası olan Kerbela Olayı da aynı şekilde, hatta daha derin izler bırakıyordu.
Arap orduları yeni dinin verdiği heyecanla gerek İslam dinini yaymak gerekse güçlü bir devlet kurmak amacı ile Arabistan dan açılmaya başlamışlardır. 634’te Yermuk Savaşı ile Bizans’ı Suriye’den çıkardılar. Ardından 635’te Kadisiye ve 641’de Nihavend Savaşları ile Sasani İmparatorluğu’nu ortadan kaldırarak, İran’ı ele geçirdiler. İran da gelişen İslam dini bir yandan da Aleviliğin etkisinde kalmaktaydı. Bugün ki durumun düşünüldüğü zaman bu durumun gerçekliliği daha net görülmektedir. İran da ki Sasani imparatorluğunun ortadan kaldırılması, İslam’ın İran’da yayılmaya başlaması Türkler için önemli bir dönüm noktasıdır.
Ortaasya dan çeşitli nedenlerle göç etmekte olan Türk boylarının göçleri güneye ve batıya olmak üzere iki doğrultuda gerçekleşmiştir. Batı’ya doğru gerçekleşen Türk göçleri İran’da hüküm süren Sasani imparatorluğu engeli ile karşılaştılar ve bir bölümü Hindistan’a doğru yönelirken, diğer bir bölümü ise İran’a yakın bölgelerde özellikle kuzeydoğuda bulunmayı sürdürdüler. İslamiyet ile tanışan Türk boyları üzerinden bu bölgede ki akımlardan ve düşüncelerden etkilenerek kimi zaman istek üzerine kimi zaman zorla İslam ı kabul etmişlerdir. Asya kıtasında geniş bir cografi yapıya dağılmış olan Türkler Şamanizm’in yanısıra, Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık ve Musevilik gibi inançlarla da ilişki kurmuş ve etkilenmiş bulunmaktaydı. Zamanın Türk devletlerinden, Hazarlar’ın Museviliği, Uygurlar’ın Maniheizm’i, Tabgaçlar’ın Budizm’i ve Oğurlar’ın Ortodoks Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi.
Türklerin İslamiyet ile tanışmaları Araplar aracılığından çok İranlıların aracılığı ile olmuştur. Bu nedenden ötürü yeni dinlerinin bir çok unsurunu İranlılardan alan Türkler’in bu nedenden ötürü Şii-Alevi düşüncesinin temelinde yer alan Hz. Ali ve onuniki imam sevgisini benimsemişlerdir. Türkler İslam’ıdoğrudan Araplar’dan değil, İran kültürünün merkezi Horasan yoluyla almışlardır. İran uygarlığı, daha Türkler’i etkilemeden önce, İslam dini üzerinde de önemli etkilerde bulunmuştur. İslam, yayılması sırasında İran’dan başka uygarlıklar ve dinlerle de karşılaşmış ve bunlardan etkilenmiştir. Yine İslam’ın yayılması sonrası çeşitli mezhepler ortaya çıkmış, dinsel kavram ve kuralları farklı yorumlamaları nedeniyle olduğu kadar, siyasal nedenlerle de kıyasıya bir mücadele içine girmiş bulunmaktadırlar.
Türkler, kısaca bu etkilerle, yüzyıllarca süren bir zaman sürecinde, birçok din ve kültürün etkisinde kalarak, sosyal, kültürel ve dinsel gereksinmelerine cevap verebilen esnek/hoşgörülü ve Prof. Cahen’in “Özel bir Müslümanlık” diye nitelediği bir dinsel felsefeyi benimsediler. Prof. Köprülü’nün de belirttiği gibi: “Daha ilk zamanlardan itibaren Batıni akımların hüküm sürdüğü Horasan ve Maveraünnehir sahalarında yaşayan ve siyasi-dini akımlara fiilen karışarak Batıni inançlarıyla yakınlık kuran Oğuz aşiretleri, İslamlığı yavaş yavaş kabul ettiler; fakat bu görünürde olan İslamlık cilası altında, eski ulusal geleneklerinin ve önceki dinlerinin etkisi altında bulunuyorlardı. İslam fıkıhçılarının kendilerine çok karışık ve sıkıntılı gelen telkinlerinden ziyade, kendi kam (=ozan)larının nüfuzuna bağlı idiler. Maveraünnehir ve Horasan’a gelmezden önce ve geldikten sonra Hıristiyanlık, Hinduizm, Mazdeizm, Maniheizm gibi çeşitli dini sistemlerle az çok ilişki kuran bu Türkmenler üzerinde, İslamiyet de dahil olmak üzere bu harici (dışsal) ve kapalı (zor anlaşılan) inanç sistemlerinin hiçbiri eski dinsel geleneklerini tamamen unutturamazdı..."
Bu noktaya kadar ki bilgiler ışığında ortaya çıkan sonuç şu olmaktadır, Türk boyları İslam dinini benimserken, büyük ölçüde eski inançlarını ve geleneklerini de muhafaza etmekte, çoğunluğu karmaşık ve sıkıcı din kurallarını yayan din adamlarına, şeyhlere itibar etmemekte, onlar daha çok eski şamanları ve kamları hatırlatan ve eski inançlarla yeni din arasında paralellikler kurdukları daha yüzeysel, dinsel bilgileri yayan atalara/babalara bağlanmakta ve onların nüfuzları altında bulunmaktadırlar. Bu Türk boylarınını İslam’a bakış açıları ve felsefeleri, Arap kavminin dinsel yükümlülükleri yerine getirmekten uzak, eski inanç ve geleneklerin ön planda olduğu bir halk İslam’ı idi. Bu manada dünya da bilinen Alevilik inanışının dışındaki bu oluşuma Türk boylarının içerisinde doğup gelişimden ve özellikle de Anadolu da yaygın olmasından ötürü Türk-Anadolu Aleviliği ismini vermek yanlış olmaz.
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 1:48 pm

ANADOLUDA TÜRK ALEVİLİK İNANIŞININ YAYILMASI
Anadolunun doğusunda yer alan ve hızla gelişmekte olan Selçuklu devletince Türkmen akınları Anadoluya yani Bizans İmparatorluğunun sınırlarına düzenlenmekte bir nevi Türkler Anadoluya giriş yolunu aralamaktadır. Türkmen savaşçılar –alperenler, gaziler– bir nevi sınırötesi hareketlerle 1071 yılındaki Malazgirt savaşı öncesinde Anadolunun içlerine kadar ilerlemişlerdir. 1071 yılında Bizans İmparatorluğu ile Selçuklu Devleti arasında yapılan ve de Selçuklu Devletinin zaferi ile sonuçlanan Malazgirt Savaşı neticesinde Türkler Anadoluya çıkmamak üzere adımlarını atmışlardır.
Anadolu’ya Türklerin gelişi sadece Malazgirt Savaşı sonrasında olmakla birlikte bu tamamen bütün Türk boylarının Anadoluya girişi değildir. 1220 yıllarda ki Moğol istilası sırasında da Anadoluya büyük bir Türk boyları göçü yaşanmıştır. Bu göç hareketinin önünde ise savaşçı dervişler bulunmaktadır.
Anadoluya yapılan göçlerin öncesinde göçebe/yarı göçebe Türkler’e uygun gelmeyen Ehli Sünnet inançlarını ve görüşleri yayan şeyhler ve mutasavvıflar daha çok şehirlerde faaliyet gösteriyorlar, göçebe/yarı göçebe kitleler arasında pek rağbet görmüyorlardı. Aynı durum göçler sonrası Anadolu’da yinelendi ve sünni şeyhler göçebe/yarı göçebe kitleler üzerinde etkili olamadılar. Türkmen boyları arasında daha çok heterodoks tasavvuf akımlarına mensup babalar, dervişler etkili oldular. Çünkü onlar, bu kitlelere çok daha uygun gelen senkretist fikirleri yayıyorlardı. F.Köprülü’nün de belirttiği üzere:”Tahta kılıçlarla kafirlere karşı harbeden, yanındaki bir avuç mürid ile yüzbinlerce kişilik düşman ordularını ezen, kaleleri alan, küfr diyarına kılıç kuvvetiyle İslamiyeti yayan bu savaşçı Türk mutasavvıfları ile, tekkelerde sakin ve donmuş bir hayat geçiren Arap ve Acem mutasavvıfları arasında büyük ayrılık vardır.”
Şüphesiz Anadolu bu dönemde Orta Asya, Harzem, Horasan, Suriye, İran ve Irak gibi merkezlerle siyasal ve sosyo-ekonomik bağlara da sahipti. XI. yüzyıldan başlamak üzere bu bölgelerdeki dinsel ve kültürel gelişmeler Anadolu’yu da etkiliyor, bu bölgelerden birçok mutasavvıf ve derviş zaman zaman Anadolu’ya gelerek görüşlerini yayıyorlardı. Bu konuda F. Köprülü şu bilgileri veriyor: “Daha ilk Selçuklular zamanından itibaren “Dar-ül-cihad” olan Anadolu’ya Türkmen boylarıyle beraber birçok “Türkmen Babaları”, Ortaasya, Harzem, Horasan’dan “Yesevi Dervişleri”, Irak, Suriye ve İran’dan “İsmaili Propagandacıları”, Kalenderiye mensupları geliyorlardı...”
Ayrıca İslam’ın göçebe/yarı göçebe Türkmenler arasında daha çok tasavvuf ve heterodoks tarikatler aracılığıyla benimsenmesinden de anlaşılacağı üzere, İslamın yüzeysel ve esnek bir yorumunu yayan bu akımların ne derece yaygın oldukları tahmin edilebilir. Bu akımların temsilcileri olan eski Türk şamanlarını andıran babalar ve dervişler bu kitlelere oldukça uygun gelen eski inançlarla da bağlantılı bir İslam yorumu sunuyorlardı. Bu yorumu yapan babalar ve dervişler sünni şeyh ve mutasavvıflarca şiddetle eleştiriliyorlardı. Eleştiriler daha çok namaz, oruç gibi dinsel yükümlülüklere uyulmaması, İslam’a aykırı olduğu ileri sürülen ayin ve ibadet anlayışlarının uygulanması konularında yoğunlaşmaktaydı. Bu eleştirilerden, Ahmed Yesevi ve Ebu’l Vefa gibi büyük tarikat uluları bile kurtulamamışlardır. Bu şeyhlerin zikir törenlerine erkeklerin yanı sıra kadınların da katılması ortodoks sufi ve ilahiyatçılarca şiddetle eleştirilmişti. Togan’ın verdiği bilgilere göre, bu şeyhlerin ayinleri “şeytan ameli” olarak nitelendirilmekteydi. Halbuki bu zikir törenlerine kadınların da katılması ve bu törenlerde vecd halinde sergilenen rakslar İslam öncesi inançların İslâmi şekil altında devamından başka bir şey değillerdi.
Baştan bu kısma kadar genel olarak Aleviliğin doğuşu, yayılması, Türklerin İslam’a geçişleri, Türklerin arasında yayılan İslam anlayışının –diğer deyişle– Aleviliğin diğer anlayışlardan farklı olmasına neden olan etkenler konusunda bilgi verilmeye çalışılmıştır. Görüleceği üzere bugün için özellikle anadoluda hüküm sürmekte olan bir Anadolu-Türk-Türkmen Aleviliği olarak adlandırabilinecek ve diğer Alevi inanışı ile sadece tek tanrı Allah, peygamber Hz. Muhammed, pir Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi anlamında alakası bulunan, İslam’ın yorumlanışında ve felsefesinde farklılığı olan bir inanış ortaya çıkmaktadır. Bu inanış ve felsefenin temellerinin atıldığı nokta, İslam’ın Türkler tarafından kabul edildiği İran’ın kuzey bölgeleridir. Özelliklede bir kültür merkezi olan Horasan da şekillenen bu İslam’a bakış, yorumlayış felsefesi Türkler arasında büyük önem taşıyan dervişler tarafından önce bu bölgede akabinde göçlerle birlikte Anadolu da yayılmıştır.
Bütün bu kısma kadar ulaşılan bilgiler ışığında şu özet çıkmaktadır, Türk boyları ki genelde göçebe/yarı göçebe bir hayat sürmektedirler, kabul ettikleri İslam dininin katı kuralları yerine kendilerine daha esnek kurallarla birlikte eski inanışlarından uygulamalar sunan ve de içerisine İran da yayılmış olan İslam düşüncesinin Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisini katan bir dinsel uygulamayı ve felsefeyi benimsemişlerdir. Bu manada Alevilikle, Türkmen-Türk-Anadolu Aleviliğini birleştiren nokta tek yaratan olan Allah’a inanma, peygamberi Hz. Muhammed kabul etme , Hz. Ali’nin yolunda gitme ve de Ehl-i Beyt sevgisi olmaktadır. Geri kalan bütün uygulamalarda farklılıklar bulunmaktadır. Bunun temelinde yatan neden ise İslam dininin Batıni özelliklerini almaları ve yorumlamalı ile İslam öncesi inançların İslâmi şekil altında devam ettirmeleridir.
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 1:58 pm

TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİNE YÖN VERENLER
Aleviliğin ve Türk-Anadolu Aleviliğin doğuşu hakkındaki bu bilgilerin ardından Türk-Anadolu Aleviliğinin inancına esas olan felsefeyi incelemek, inancın temel noktaları konusunda bilgilenmek yerinde olacaktır. Bunu yaparken de felsefenin yapısı ile birlikte bu felsefenin önemli adımlarını atan kişiler hakkında ve de bir nevi tarihi gelişimi hakkında da bilgi küçük bilgi notları vermek gerekmekte.

a) Oniki İmamlar
Gerek Alevilik gerekse Türk-Anadolu Aleviliğinde önemli bir nokta olan oniki imamları anmakta yarar var. Bilindiği üzere Hz. Muhammed’in kendisinden sonraki soyu kızı Hz. Fatma ve Hz. Ali den devam etmiştir. Alevi inancında da Hz. Ali den başlamak devam eden soyda ki kişiler imam olarak benimsenmiştir.

1. İmam Ali (Hz. Ali): Hz. Muhammed’in amcasıoğlu, damadı. (Ö: 24 Ocak 661)
2. İmam Hasan (Hz. Hasan): Hz. Ali ve Hz. Fatma’nın oğlu, peygamberin torunu (D: 11 Nisan 624 – Ö: 25 Mart 670)
3. İmam Hüseyin (Hz. Hüseyin): Hz. Ali ve Hz. Fatma’nın oğlu, peygamberin torunu (D: 25 Şubat 625 – Ö: 10 Ekim 680 Kerbela olayı)
4. İmam Zeynel Abidin: İmam (Hz.) Hüseyin’in oğlu (annesi İran şahı Yezdgird'in kızıdır) (Ö: 713)
5. İmam Muhammed Bakır: İmam Zeynel Abidin’in oğlu (D: 16 Aralık 676 – Ö: 28 Ocak 733)
6. İmam Cafer-i Sadık: İmam Muhammed Bakır’ın oğlu (D: 699 – Ö: 766)
7. İmam Musa Kazım: İmam Cafer-i Sadık’ın oğlu (D: 745 – Ö: 799)
8. İmam Ali Rıza: İmam Musa Kazım’ın oğlu (D: 29 Aralık 765 – Ö: 818)
9. İmam Muhammed Taki: İmam Ali Rıza’nın oğlu (D: 11 Nisan 811 – Ö: 835)
10. İmam Ali Naki: İmam Muhammed Taki’in oğlu (D: 827 – Ö: 868)
11. İmam Hasan Askeri: İmam Ali Naki’nın oğlu (D: 846 – Ö: 874)
12. İmam Mehdi: İmam Hasan Askeri’nin oğlu (D: 869 – Ö: ---)

b) İmam Cafer-i Sadık
Oniki imamların içerisinde özellikle İmam Cafer-i Sadık gerek bilgisi gerekse öğretileri açısından Türk-Anadolu Aleviliğinde önemli bir yer tutmaktadır. Çeşitli akli ve nakli fenlerde bir çok ilmi şahsiyetleri eğitmiş olup bunların arasında: Zürare, Muhammed b. Müslim, Mümin-i Tak, Hişam b. Hakem, Eban b. Teğlib, Hişam b. Salim, Hüreyz, Hişam-i Kelbi Nessabe, Cabir b. Hayyan-i Sufi (kimya alimi) hatta Ehl-i Sünnet alimlerinden olan Süfyan-ı Sevri, Hanefi mezhebinin reisi Ebu Hanife, Kadı Sekuni, Gazi Ebu'l Bahteri gibiler onun öğrenciliğini yapmakla övünüyorlardı. İmam Cafer-i Sadık tarafından yazıldığı kabule dilen Menakib-i Imam Cafer-i Sadik kitabı bir nevi Türk-Anadolu Aleviliğinin başlıca kitabıdır.

c) Hoca (Şeyh) Ahmet Yesevi
Türk-Anadolu Aleviliğinin felsefesinde yer alan bir diğer önemli kişide Yeseviliğin kurucusu büyük Türk tasavvufçusu Şeyh Ahmet Yesevi’dir. Horasan da yaşayan ve geliştirdiği İslam felsefesi ile gerek Türk-Anadolu Aleviliğinde, gerekse İslam bilimi dünyasında önemli yeri olan bir taasvvufçudur. Kimi kaynaklarca 1169 yılında, kimi kaynaklarca 1228 yılında öldüğü kabul edilmektedir.

“1103 yılında Yesi’de dünyaya gelmiş ve 125 yıl Hakk’a ve Halk’a hizmet ederek, 1228 yılında yine Yesi’de Hakk’a yürümüştür. Ahmet Yesevi’nin babası; Oğuzlar’ın Bozok kolunun Günhanoğulların Bayat boyundan ünlü Türkmen mutasavvıfı Şeyh İbrahim (Ö.1110 )’ dir.
Hoca Ahmet Yesevi; Türk sufisi Arslan Baba’dan eğitim ve öğretim almış ve 7 yaşında onu mürşit edinip sülük ettiğini birkaç kez Hikmet’lerin de söylemektedir. Arslan Baba için şöyle demektedir: “Yedi yaşta Arslan Baba’m arayıp buldu; /Gördüğü her sırrı perde ile sarıp örttü..” diyerek, “Arslan Baba’nı sözlerini teberrük” kabul etmektedir.
On sekizinde “Kırklar”la engür içmiş ve yetmiş makamı geçerek pir kapısında hizmetini eda etmiştir. “Vahdet şarabı içip Hak’tan sebk aldığını/Ene’l-Hak sırrına vâkıf olduğunu” söyleyerek; “Hak ile Hak olarak, Mansur gibi cemal eylemiş ve ‘Hak ders alamış ve sırrına vakıf” olarak 27 yaşında Pir olmuştur.
Altmış üç yaşında “Hak’tan çağrı” geldiğinden “Zahiri alem”den çekilerek “Batıni aleme” duhul etmiştir. Bir deyişinde yere çekilmeyi şöyle anlatır: “Yaşım ulaştı altmış üçe, bir gün kalmadı/ Vah ne yazık,Hakk’ı bulamayıp gönlüm kırık/Yer üstünde sultanım deyüp oldum ulu/Şükreder olup yer altına girdim ben işte..”
Vahdet-i Vücud’tan Vahdet-i Mevcut aşamasına geçen Ahmet Yesevi yine şöyle der; “Altmış üçte nida geldi; Kul yere gir !.../ Hem canınım, cananınım, canım ver !.../Can feda edip cananı gördüm işte.../ Candan geçip cevher olan canan olur...” 1166/7 yılında Ahmet Yesevi “Ölmeden evvel ölerek” ve “yeniden doğarak” adeta don değiştirir ve nurlanır. Gönül/Kalp gözü ile “cananını” görüp seyr eyleyen Ahmet Yesevi Sultan; Bir o kadar yılda Batıni, Gaip Erenlerle “vahdet” eylemiştir.. (Vahdet-i Vücud = varlığın yansıması = insan, evren ve evrendeki tüm varlıkların her şey yansımadır, Tanrı’nın yansımasıdır) (Vahdet-i Mevcut = varlığın birliği = insan, evren ve evrendeki tüm varlıkların her şeyin birlikteliğidir, Tanrı her şeydir) (Alevilikte “Vahdet-i Vücud” yaratanla yaratılanın birliği ve tümlüğü, “Vahdet-i Mevcud “ ise, İnsan ve Tanrı’nın özlerinin tekliğidir. Alevi Tanrı’yı kendi özünde-içinde bilir. Alevi inancında yer, gök, deniz, her şey Tanrı ile doludur. Alevilikte Doğa-Tanrı-İnsan birdir, bütündür.)
Orta-Asya Bozkırlarının Türk kavimleri; dini inanç ve duygularını, kahramanlıklarını milli hece vezni ile dörtlüklerle ifade eder, deyiş-türkü halinde söylerken, kopuz kullanırdı. Hoca Ahmet Yesevi de Kur’an, hadis ve peygamberi, İslami düşünce ve tasavvufu, hece vezinli dörtlükler ile anlattı. Bunlara “Hikmet” adını verdi. Geleneksel Türk şiirine İslam dini ve tasavvufi düşünceler, böylece girdi. Türkler mektepte, peygamberin hayatını, Kur’an’ı, hadisi okuyarak, Hoca Ahmet Yesevi’nin hikmetleri, dörtlükleri ile tanıdılar, öğrendiler, sevdiler ve inandılar. Bu dörtlükler, onlar için, onların İslam anlayışının kaynağı, kitabı oldu. Böylece, Müslüman oldular. Anadolu Alevisi de halen bugün aynı kuralı devam ettirerek, bu yolu aynen sürdürmekte, ister “Yesevi yolu” ya da“Alevi yolu” denilsin, ister bugünkü Alevilik-Bektaşilik-Kızılbaşlık denilsin, en ufak bir sapma olmadan sadece inanışlarını aşk, sevgi, hoşgörüye dayalı olarak yaşatmaktadır. “Hikmet”lerde Alevi kuralları ve ritüellerini görmek mümkündür. Bugünkü Alevi ozanlarının deyişlerin kökenini Hoca Ahmed Yesevi’nin şiirlerinde aramak gerekir.
Ahmed Yesevi çok dinli Türk kavimlerini nasıl bir ortak paydada buluşturdu? Bu husus ve “Yesevi yolu” üzerinde durulduğunda, gerek “Yesevi yolu” gerekse bugünkü devamı olan, Alevi yol ve süreği, tarihsel süreci daha iyi anlaşılır kanaatindeyiz: Hoca Ahmed Yesevi’den önce; Türk toplumunda Gök-Tanrı inancı, Tabiat Kültleri, Şamanizm, Zerdüşt, Mani, Budist, Hıristiyan, Yahudi, kült ve dinlerinin var olduğunu çok iyi biliyordu.
İslama davet yöntemini, din-dünya görüşü ve bu kavimlerin yaşama biçimlerinin ortak paydasında büyük bir maharetle birleştirerek, bunun üzerine bina etti. Aşırı ibadet, zühd ve sabırla öbür dünyayı ve gerçeği arayan diyebileceğimiz şeriat yolu gibi, Türk kavimlerinin tabiat ve karakterine ters düşecek inanışlar yerine, onlara daha uygun gelecek aşk ve cezbeye dayalı, bir nevi Şamanizm ağırlıklı ve diğer inanışları da kapsayan bir yöntemi seçti. Ona göre, bu yolda asıl olan öz söz birliği, sevgi-hoşgörü ve aşk ile cezbeydi. Bunu da bir hadise “Dini kolaylaştırın, zorlaştırmayın”a bağladı.
Zerdüştiliğin iyi fikir, iyi zikir, iyi işlek, adalet, akıl ve tapılacak ilahın sevgi olduğu ilkeleri ile bu dine giriş seremonilerinin bazılarını aldı. Hizmet ve kudret kemeri, üç düğüm yöntemi gibi. Bu üçlemeyi Allah-Muhammed-Ali ile düğümledi ve sevgi, hoşgörü, akıl-gönül birliğini aldı.
Hıristiyanlıktan sabır ve kabul, teslimiyet ilkelerini aldı. Bunları “Pir”e, “Mürşit”e mutlak itaat ve Tanrı’ya ulaşma yolunun, yalnızca kalp ve sevgiyle olacağı olarak tarif etti.
Türklerin, inanışlarından dolayı kendilerine yabancı olmayan İslamda da aynen var olan, Yahudi, Hıristiyan ve Zerdüşt dinindeki tek ilah, cennet ve cehennem öğelerini dörtlüklerinde rahatlıkla işledi.
Buda’nın sekiz ahlak ilkesi; doğru söz, doğru düşünce, helal rızk, hoşgörü, adam öldürmemek vb. prensipleri Kur’an’daki “kısasa kısas” hariç, yeni din İslamda da mevcuttu. Tasavvufi yorumunu yayarken zorlanmadı.
Türkler için pek de yabancı olmayan, Zerdüşlük, Hinduizm, Budizmdeki kamil insan olgusunu, tasavvuf ağırlıklı hikmetlerinde “kendini bil-kendini fethet-nefsini öldür” olgularıyla rahatlıkla hem devam ettirdi, hem işledi.
Manikeizm “eline, diline, beline sahip ol” ilkesini, toplumsal uyumun zarureti olarak kabul ediyordu. Zaten bunlar ahlâk sisteminin ana kurallarıdırlar da denebilir. Bu da Pir-i Türkistan'ın ana kurallarından biri olmuştur. Halen bu düstur, Anadolu Aleviliğin ana şartı olarak kabul edilir. Anadolu da bazı yörelerde bu yolun erbapları için Müslümanlığın tek şartı vardır; o da “Kelime-i Şahadet”tir. Ancak şeriatın beş şartı yerine de “Eline-beline-diline-gözüne-kulağına-eşine-işine” sahip ol, denilmektedir. Tüm bu açıklamaya çalıştığımız hususlar ve ilişkiler, büyük Mürşit’te en özlü söylemini bulmuş, belki de Türkler için, “özel yorumlu bir İslam” gelişmiştir.
Hinduizmin, Budizmin fakirizm anlayışı ve “fena fillah” mertebesini, düşüncesini nefis terbiyesinde esas unsur yapmış; dünyevi emeğin ve tarikata hizmetin üstünlüğü, Zerdüştilikteki toplumsal düzenin temeli olan akıl ve adalet ilişkisini, Sünni İslam’a ve şeriata ters düşse de “hüküm Allahın”, “Allahın dediği olur” yerine, ikame etmiş; tüm bu ilişkileri topluca bir kazana koyup kaynatmış ve Pir-i Türkistan hikmetlerinde bir nevi ayrı bir kab alarak İslamlaştırmıştır.
Ateş kültü, her devirde önemini korumuştur. Ateş ve meşale eski dinlerin çoğunda vardır. En belirgini de Zerdüştilikteki ilahi ateştir ve o Zerdüşt tapınaklarında hiç sönmemiştir. Toplantıların mihrabını ışık oluşturur. Bugün de dergâhlarda, ibadet ve ayinlerde yanan “çerağ, delil, kandil, mum” bunun kalıntıları, Yesevi yolunun devamı, ana unsurudur.
Hoca Ahmed Yesevi; kadın-erkek eşitliğini temel alan, birlikte cem ibadeti eda ettiren bir düşünce sistemine ve uygulamasına sahiptir.
Orta Asya’dan Anadolu’ya yüzyıllar süren bir göçle gelen Türkler, bu zaman içerisinde bir arada tutan Aleviliği asla bırakmamışlardır. Bugün Anadolu’da ve diğer Türk toplulukların yaşadıkları bölgelerde sürdürmektedirler. Bu durum sayesindedir ki Anadolu’daki ve diğer bölgelerdeki Türk toplulukların arasına tarihin çeşitli zamanlarında birçok coğrafî, siyasî ve dinî ayrılıklar girmesine karşın bütün bu ayrılıklar aralarında varolan ortak bilinci ortadan kaldıramamıştır. Bu süreklilik zamansal ve mekânsal değişmelere karşın Türklerin Yesevîlikten günümüze ulaşan birleştirici değerlerinin ne kadar sağlam temeller üzerinde durduğunu açıkça göstermektedir. Aradan geçen yüzlerce yıl, bugün Anadolu ve Balkanlar’ın çeşitli bölgelerinde yaşamakta olan Türk topluluklara anayurtlarından taşıyarak yaşattıkları Alevilik ve Yesevîliğe ilişkin geleneklerini unutturamamıştır. Yaptığımız alan çalışmalarından biliyoru: Tokat, Sivas, Tunceli, Elazığ, Erzincan ve Malatya’da Ahmed Yesevî menkıbeleri halkın zihninde bugün olmuş canlılığını korumaktadır. Ahmed Yesevî ve Alevi Dede Ocakları’na ilişkin menkıbeler nesilden nesile aktarılarak günümüze dek ulaşmıştır. Yine Doğu Anadolu bölgesindeki Alevi ocaklarından birinin adı, “Ahmed Yesevî Ocağı” olup, kendilerini Ahmed Yesevî soyuna bağlayan dedesoylu aileler bulunmaktadır. Anadolu’da birçok Dedelerle yaptığım görüşmelerde çeşitli ocaklara adını veren erenlerin Ahmed Yesevî ile olan bağının vurgulanması da oldukça anlamlıdır.” (İsmail Onarlı – Alevilik İslam’ın Özüdür)

Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 1:59 pm

d) Hacı Bektaş-ı Veli
Türk-Anadolu Aleviliğini şekillendiren son kişi olarak nitelendirilen kişi ise Hacı Bektaş-ı Veli dir. Oluşturduğu Bektaşilik tarikatı ve felsefesi ile Anadoluda ki Türk-Anadolu Alevilik inancını çok önemli katkılar yapmış inancın tasavvuf temellerini yerleştirmekle kalmamış aynı zamanda örgütlenmeyi de sağlamıştır. Bir nevi Anadolu da yayılan Türk-Anadolu Aleviliğinin felsefik oluşumunu tamamlamasına ve yayılmasına vesile olmuştur.

“Kaynaklara göre Hacı Bektaş Veli, Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na başkentlik yapmış, Horasan'ın Merv, Herat, Belh ile birlikte dört önemli kentinden biri olan Nişabur'da doğmuştur. O dönemin sayılı kültür merkezlerinden biri olmasından başka, Nişabur ve çevresi, Hacı Bektaş Veli'nin doğduğu sıralarda Türkmen nüfusunun yoğun olduğu bir bölgeydi ve orada bir Türkmen pirinin kurduğu Yesevilik tarikatı büyük bir yayılma ve gelişme göstermişti. İşte Hacı Bektaş Veli, bu kültürel ve dinsel ortamda Ahmet Yesevi'nin halifelerinden Lokman Perende tarafından başlangıçta bir Yesevi dervişi olarak yetiştirilmiştir. Arapça ve Farsça'yı kitap yazacak kadar iyi öğrenmiş, devrinde geçerli olan bütün bilgilerle donanmıştır.
Vilayetname'nin ilk yaprağında Hacı Bektaş Veli'nin doğum tarihinin 606 (1209-10) olarak yazıldığı belirtilmektedir. Yine Vilayetname'ye göre Hacı Bektaş Veli 92 yıl ömür sürmüştür. Yine bu yazılı kaynaklara göre, Türkistan'da 40 yıl çile hayatı yaşayarak kâmil insan mertebesine ulaşmıştır. Ölüm tarihi 1270 olarak kesinleşen Hacı Bektaş Veli'nin 92 yıllık ömrü ile 40 yıllık çile hayatını birlikte değerlendirirsek onun 1178 yılı civarında doğup, 40 veya 42 yaşlarında Nişabur'dan ayrılmış olabileceğini söyleyebiliriz. Babası İbrahim Sani, annesi ise ünlü bilgin Nişaburlu Ahmet Amil'in kızı Hatem Hatun'dur.
Hacı Bektaş Veli'nin Baba İlyas'a bağlanmadan önce, tam bir Yesevi dervişi olmamakla beraber, Yesevi geleneğini koruyan bir tarikata (Haydarilik) mensup olduğunu, Baba İlyas'ın çevresine katıldıktan sonra aynı zamanda Vefailiği de geçtiğini, yahut kendi özelliğini koruduğunu da söyleyebiliriz. Alevilik-Bektaşilikte Yesevi geleneklerinin neden yaşamaya devam ettiğini, hatta Vilayetname'nin yazıldığı çağa kadar bu geleneğin varlığını neden sürdürdüğünü ancak bu şekilde açıklayabiliriz.
Vilayetname'ye göre, Hacı Bektaş Veli aynı zamanda Haydari geleneklerine de bağlanmış gözükmektedir. Vilayetname'de Kutbeddin Haydar'dan bahsedilmekte ve bu kişi Ahmet Yesevi'nin nefes evladı yapılmaktadır. Bilindiği gibi Haydarilik, Yesevilik tarikatı ile Kalenderi geleneklerinin birleştirilmesi suretiyle Kutbeddin Haydar tarafından XII. yüzyıl sonlarında İran'da kurulmuş heterodoks bir Türkmen tarikatıdır. Haydariliğin bir heterodoks Türkmen geleneğine sahip olması ve Vilayetname'de Hacı Bektaş Veli'yi bir Haydari dervişi biçimindeki tanımlama, bizce Hacı Bektaş Veli'nin bir Haydari şeyhi olduğunu göstermektedir. Kısaca bu durumda Hacı Bektaş Veli'nin tasavvufî kimliği konusunda şunu söyleyebiliriz: Hacı Bektaş Veli Anadolu'ya bir Haydari dervişi olarak gelip bir Vefai şeyhi olan Baba İlyas'a bağlanmış, onun halifeliği mevkiine yükselerek bu kimliği ile Sulucakarahöyük'e gelip yerleşmiştir.
Hacı Bektaş Veli'nin bu bölgeye yerleşmesi konusuna Irene Beldiceanu'nun yayımladığı XV. ve XVI. yüzyıla ait Karaman eyaleti tahrir defterleri üzerinde gerçekleştirilen araştırmayı içeren bir makale, Hacı Bektaş Veli'nin Sulucakarahöyük'e, Vilayetname'nin yazdığı gibi yalnız bir derviş olarak gelmediğini, kendine bağlı "Bektaşlu" adını taşıyan bir oymakla birlikte geldiğini göstermektedir. Bu saptama Türkmen babalarının aynı zamanda hem kabile şefi hem de dinî önder olduklarına ait görüşü desteklemektedir. İşte Hacı Bektaş Veli böyle bir önder olarak Sulucakarahöyük'e gelmiş ve yine Babailer'e mensup buradaki bir başka Türkmen boyu olan Çepniler arasına yerleşmişti. Hacı Bektaş Veli'nin bu tercihi bize, onun iradesindeki Bektaşlu oymağının Çepni boyunun bir parçası olduğunu düşündürmektedir.
Hacı Bektaş Veli, 1263-1264 tarihlerinde Anadolu'dan Kırım'a geçen Alevi Türkmenlerin başında bulunan Sarı Saltuk'un da mürşididir. Bugün, Anadolu Alevilerinin bir bölümü, örneğin Tunceli'ndeki bazı ocaklar Sarı Saltuk ocağına bağlıdır. Hacı Bektaş Veli Taptuk Emre'nin, Taptuk Emre de Yunus Emre'nin mürşididir.
Hacı Bektaş Veli, Sulucakarahöyük'e yerleştikten sonra orda bir tekke kurarak halkı eğitme ve aydınlatma faaliyetlerine devam etmiştir. Vilayetname'ye göre ona bağlı 36 bin kişi vardı ve bunların 360'ı huzurunda hizmette bulunurdu. Hacı Bektaş Veli'nin halifeleri; onunla birlikte Horasan'dan Anadolu'ya gelmiş olan Sarı Saltuk Dede Rumeli'nde, Abdal Musa Sultan Elmalı'da, Karaca Ahmed Sultan İstanbul Akhisar'da, Akça Koca Akyazı'da, Barak Baba Bigadiç'te Hızır Samut Bozok'ta (Yozgat), Sultan Şüca Eskişehir'de, Hacım Sultan Uşak'ta, Taktuk Emre Sakarya bölgesinde, Geyikli Baba Bursa'da, inançlarının o bölgelerde başka unsurlar içinde erimemesi, gelişip kök salması için çalışmışlardır.
İnsanların yaşantısına yön vermesiyle, arkasında bıraktığı izin canlılığı, devamlılığı ve genişliğiyle Hacı Bektaş Veli, özellikle Alevi-Bektaşi topluluklarında inanç, ahlâk, töre ve dil alanında başlıca kaynaktır. Hacı Bektaş Veli'nin etkinliği ve dinamikliği geniş alanlara yayılmış Alevi-Bektaşi topluluklarını kapsamaktadır. Ülkemizdeki ve Balkan ülkelerinde yaşayan Alevi-Bektaşiler dinî inanç ve yol bakımından Hacı Bektaş Veli'ye bağlı bulunmaktadır. Macaristan, Yugoslavya, Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya'da, büyük bir bölümü ortadan kaldırılmış olmakla birlikte çok sayıda Bektaşi tekke ve zaviyelerinin -başta Budapeşte'deki ünlü "Gülbaba Türbesi", Dimetoka'daki "Seyyid Ali Sultan Zaviyesi", Kahire'deki "Kaygusuz Abdal Dergâhı" ve benzerlerinin- varlığı bunu kanıtlamaktadır.
Hacı Bektaş Veli ile ilgili olarak üzerinde çok söz söylenmiş olan "Makalat" veya "Makalat-ı Hacı Bektaş Veli" adında bir kitap bulunmaktadır. Aslında Arapça olan Makalat'ın Hacı Bektaş Veli tarafından yazılmış olduğu söylenegelmiştir. Yaklaşık 50 sayfalık küçük bir kitap olan Malakat'ın giriş kısmı, Hacı Bektaş Veli'den edinilen bilgilerin nakledildiğini göstermektedir. Nakleden Seyyid Saadeddin'in Hoca Saadeddin veya Said Emre olması ihtimali vardır. Hoca Saadeddin'le Said Emre'nin aynı kişi olduğu da söylenmektedir. Dil ve tarz yönünden de bu şiirin ve nakil suretiyle de olsa "Makalat"ın Said Emre tarafından yazılmış olması kuvvetli bir olasılıktır.
Makalat'ın bölüm başlıklarının bir kısmı eserin kapsamını açıklamaya yeterlidir:
"Bu bölüm Şeriat'ın makamların bildirir."
"Bu bölüm Tarikat'ın makamların bildirir."
"Bu bölüm Maarifet'in makamların bildirir."
"Bu bölüm Hakikat'ın makamların bildirir."
Yani Alevi-Bektaşi inancındaki dört kapı ve kırk makam Makalat'ın ana konusudur ve konu ile ilgili 135 Ayet'in Türkçe anlamı çok kısa sözcükler ve tümcelerle açıklanmıştır.
Hacı Bektaş Veli'nin “Dört Kapı Kırk Makam” öğretisinin kökenlerinde eski Orta Asya, Ortadoğu ve Anadolu din ve inanışlarına kadar giden izlerini bulmak olasıdır. Alevilik­Bektaşilik, “Dört Kapı Kırk Makam” öğretisi ile somutlaştırılmıştır. İnsan, olgunlaştırma ve yetiştirmeye yönelik evrelerden geçirilerek toplumsallaştırılmaya çalışılır. Bu yolla inanç, çeşitli kapı ve makamlara ayrılarak insanlar kurallara boğulmak istenmemektedir. Öğreti, insanların karşısına sayısız seçenekler sunularak inançsal, düşünsel ve ahlâksal yaşamı kolaylaştırılmaya çalışılmaktadır. Alevi-Bektaşilerin yaşamlarında ilke edindiği "Dört Kapı Kırk Makam"’a ilişkin bilgilere "Makalat" ile "Fevaid" ve “Buyruk” adlı kitaplarda yer verilmiş, işlenmiştir.” (Çiğdem Aktaş – Toplumsal Açıdan Erenlerin Ser Çeşmesi:Hacı Bektaş Veli)
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 2:00 pm

TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİNİN FELSEFESİ
Türk-Anadolu Aleviliğinin inanç ve ibadet şeklini incelerken aynı zamanda buna neden olan felsefeyi de birlikte düşünmek gerekir. Türk boylarının İslam’ı kabul edişleri ve bu yeni dini geçmiş dinleri ile kıyasladıkları, yorumlarını yaparken daha esnek oldukları açıktır. Bir nevi her şeyin en akılcı, en eşitçi, ahlaksal olarak katıcı, şekilsel olarak esnek kısımlarını almaya çalışmışlardır.
Din, mantıksal anlamda insanları erdemli ve ahlaklı yapma kurallarını taşımaktadır. Bir manada din iyi ahlak için vardır ve amaçtan ziyade bir araç olmaktadır. Din aynı zamanda çözümsüz soruların en basit cevabıdır. İnsanoğlu yaşamının her döneminde yaratılışla, evren, doğuşun öncesi, ölümün sonrası konularında ki sorularına cevap bulmaya çalışmıştır. İlk dönemden itibaren tanrı/tanrılar yaratılmış, kendisinden daha güçlü, gerek görülen nesnelere gerekse görülemeyen güçlere inanmıştır. Bu tek tanrılı dinler konusunda veya dinlerin doğruluğu yanlışlığı konusunda sorgulama yapmak ya da yaratıcının varlığı konusunda kuşkular yaratmak için bir sorgulama değildir. Anlatmak istenilen şey, dinin temel görevinin insanları erdemli ve ahlaklı insan yapmak olduğudur.

a) İslam Dininde Arap Kavminin Etkisi
Bu aşamada Kuran- Kerim ve İslam uygulamaları konusunda bazı küçük bilgileri de eklemekte yarar var. Türk düşünürleri geçmiş inanış ve yaşam biçimlerini İslam’ın inanış ve uygulamaları ile kıyaslarken-yorumlarken öncelikli olarak Kuran-ı Kerim’i yorumladıkları ve de sorguladıkları bir gerçektir. Kuran-ı Kerim’i okumadan, anlamadan yorumlamak ve sorgulamak imkansız olduğu gibi inanç ve uygulamalarını İslam dinini temel alarak bir merkeze oturtmaları da imkansızdır.
Kuran-ı Kerim M. 610 yılında Ramazan ayının 26-27 gecesi – Kadir gecesi (10-11 Ağustos 610) vahiy yolu ile Hz. Muhammed’e (doğumu 20 Nisan 571) gönderilmeye başlanmıştır. Hz. Muhammed’in ölümüne kadar da (hicri; 13.Rebiyüevve.l1–miladi: 08.Haziran.632) Kuran-ı Kerim yazılı bir kitap haline getirilmemiştir. İlk 90 suresi Mekke de geri kalan sureleri ise Hz. Muhammed’in Mekke den Medine şehrine hicretinden sonra vahiy olmuştur. Mekke de vahiy olan surelerle, Medine de vahiy olan sureler arasında gerek anlatım, gerek yazılım ve gerekse içerik olarak farklılıklar bulunmaktadır. Mekke surelerinde İslam dininin içeriğine yönelik, daha çok tek Tanrı inanışına çağrı, ahlak ve erdem vurgulanmakta, Medine surelerinde ise bunların yanında aile, miras, medeni, ceza v.b. hukuksal içerikler yer almaktadır. Bir nevi Medine de İslam’ı devletleştirme yolunda adımlar atan Hz.Muhammed’e bu devletin temellerini oluşturacak kural ve hukuk Medine surelerinde yer almıştır.
Daha önceki kısımlarda anlatılan Kuran-ı Kerim’in yazılış olayını tekrarlamakta yarar var. Kuran-ı Kerim sahabeler tarafından ezberlenerek, deri v.b. yerlere yazılarak muhafaza edilmeye çalışılmıştır. İlk halife Hz. Ebubekir döneminde savaşlarda sahabelerin ölümleri üzerine Kuran-ı Kerim’in yazılı kitap haline getirilmesine karar verilmiş ve uygulamaya geçilmiştir. Böylece ilk kez Kuran-ı Kerim bir bütün olarak yazılı bir kitap halinde toplanmış oldu. Üçüncü halife Hz. Osman döneminde ise Kuran-ı Kerim’in tekrar ele alınarak yazılması gündeme gelmiştir. Bunda da İslam’ın yayıldığı yerlerde birbirinden farklı Kuran-ı Kerim yazılı olduğu düşüncesi ileri sürülerek yenileme çalışması başlatılmıştır. Oluşturulan komisyonca ilk yazılı Kuran-ı Kerim, Hz. Ebubekir’in kızı Hazfa dan alınarak çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Ancak bu ikinci çalışma sonunda ortaya çıkan Kuran-ı Kerim ilkinden farklılıklar göstermiştir. Bu farklılıkların bazıları şu şekildedir., ilk kitaba göre sure ve ayet sayısı değişiktir, ilk kitap da bulunmayan sureler ve ayetler kimi sahabelerce hatırlandığı belirtilerek eklenmeler yapılmıştır, iniş sırası yerine farklı bir yazım sırası uygulanmıştır. Kuran-ı Kerim in yeniden yazılmasından sonra ilk mufta Hafza ya teslim edilmiş, geri kalan bütün muftaların toplanarak yakılması emredilmiştir. Yeniden, noktalama işaretsiz olarak yazılan Kuran’ı Kerim kimi kaynaklarca dört, kimi kaynaklarca yedi nüsha olarak çoğaltılarak İslam’ın yayıldığı bölgelere gönderilmiştir. Noktalama ve işaretleme işlemleri çok daha sonra Emeviler döneminde yapılmıştır. Burada şunu da belirtmekte fayda var, Türk-Anadolu Alevilik inancında Kura-ı Kerim’in sonradan değiştirildiği inancı vardır. Kuran-ı Kerim’in kitap haline getiriliş olayını düşündüğümüz zaman bu düşüncede doğruluk payları bulunduğu düşünüle bilinir.
Bu nokta da önemli bir konuda bilgi vermekte de gerekir. Ehl-i Sünnet (Sünni) inanışında önemli yeri olan ve bu inanışın temelini oluşturan hadislerin yazılmasına hicri 99-101 yıllarında başlanılmıştır. Hz. Muhammed sözlerinin ve yaptıklarının yazılmasına karşı çıkmıştır. Her zaman için İslam dininin temelinin Kuran-ı Kerim olduğunu belirtmiştir. Ancak, peygamberin ölümünden yaklaşık 70 yıl sonra yazılmaya başlanan hadisler ile İslam uygulamaları ve inanışı yapılmaktadır. Bugün bile Kuran-ı Kerim ile Allah’ın insanlara vermek istediği erdem ve ahlak yerine, kimileri büyük kuşku uyandıran hadisler yönetimindeki bir İslam anlayışı sürdürülmektedir. Basit bir örnekleme vermek gerekirse ikindi namazının saati Hanefi ve Şafi mezheplerine göre farklı olup aralarında yaklaşık 40 - 50 dakika fark bulunmaktadır.
Yazım sırası açısından baktığımız zaman ilk inen sure olan Alak (Meni, Yapışkan sıvı) suresi şu anda ki Kuran-ı Kerim de 96. sure olarak yer almaktadır. İnişe göre 5. sırada bulunan Fatiha (Yakarış) suresi ise yazılışta ilk sure olarak yer almıştır. İnişe göre 92. sure olarak inen (Medine de inen ikinci suredir) ve de İslam hukuku açısından önemli olana Bakara (Sığır) suresi yazılışta 2. sure olarak yer almaktadır. Uzun ve de hukuksal ayetler içeren sureler ilk sıralara yerleştirilmiştir. Burada bir konuyu düşünmek gerekir, Hz. Muhammed, Medine ye hicrettin sonra İslam bir nevi devletleşme çalışmaları içerisine girmiş, İslam dinini yaymakla kalmamış aynı zamanda yeni bir dinsel Arap devleti kurma çalışması da yürütmüştür. Medine surelerinde, bir devletin hukuk sistemi için gerekli olan aile, miras, medeni, ceza v.b. hukuksal içerikler yer almaktadır.
Kuran-ı Kerim açısından bir diğer önemli nokta da bir çok ayetinde kitabın Araplara kolaylık olması için Arapça indirildiği belirtilmekte, insanların kendilerine kolay gelen uygulamaları yapmaları önerilmektedir. Buna verilecek en güzel örnek,

Yusuf suresi (53/12. sure) 1. ve 2. ayeti “ Elif, Lâm, Râ. O apaçık, apaydınlık Kitap'ın ayetleridir bunlar. Biz onu sana, aklınızı çalıştırasınız diye, Arapça bir Kur'an olarak indirdik.”
Şuara suresi (47/26. sure) (Şairler) 195-200. ayetleri “Açık-seçik Arapça bir dille indirdi. O, elbette ki öncekilerin kitaplarında da var. Beniisrail bilginlerinin de onu bilmesi bunlar için bir belirti/kanıt değil mi? Biz onu Arapça konuşmayanlardan birine indirseydik de, O onu onlara okusaydı, yine de ona inanmayacaklardı. Biz onu suçluların kalplerine işte böyle yolladık.“
Zühruf suresi (63/43. sure) (Mücevher) 2-4 ayetler “O ayan-beyan konuşan Kitap'a yemin olsun ki, Biz onu akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur'an yaptık. Ve o, bizim katımızdaki ana Kitap'ta çok yüce, çok hikmetlidir.”

Bir noktaya daha dikkat çekmek gerekir ki bütün inanç uygulamaları Mekkelilerin, Arapların uygulamalarıdır. İslam’ın beş şartından dört tanesi olan namaz, oruç, hac ve zekat uygulamaları İslam öncesinde de Arap toplumu tarafından yapılmaktadır. Bir nevi Kuran-ı Kerim Arapların inanç uygulamalarında her hangi bir değişiklik yapmamış, uygulamaların devamı sağlamaya çalışmıştır. Tek yapılan değişiklik ise ibadetlerde putların değil sadece Allah’ın isminin söylenmesi, sadece Allah için ibadet yapılmasını istemek olmuştur. Bu bir açıdan ibadetlerin her millet, ulus ve toplum açısından eski uygulamalarının sadece Allah’a ibadet ve onu anma olarak devam ettirilmesini sağlamak ve de İslam’ın dininin yayılmasını kolaylaştırmak için izlenen bir yoldur.
Kısa bir örnekleme vermek gerekirse, ilk inen Alak suresinin (1/96) 10. ve 19. ayetinde “Bir kulu namaz kılarken” “Sakın, sakın! Ona boyun eğme; secde et ve yaklaş!” cümleleri yer almaktadır. Bu manada namaz ve secde uygulaması Araplarda mevcuttur. Aynı şekilde Müzeemmil suresinin (3/73.sure) (Örtünüp bürünene) 20. ayetinde “….O halde Kur'an'dan, kolay geleni okuyun! Namazı kılın! Zekâtı verin. Güzel bir ödünçle Allah'a ödünç verin! Öz benlikleriniz için önden gönderdiğiniz iyiliğin, Allah katında hayrını daha çok, ödülünü daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan af dileyin. Hiç kuşkusuz, Allah çok affedici, çok esirgeyicidir.” yer almaktadır. Tebbet suresi (6/111.sure) (Kurusun) Hz. Muhammed’in Kabe de sadece Allah’ın ismini söylemesi nedeniyle namaz kılmasına izin vermeyen Amcası Ebû Leheb ve karısı için inmiştir. İlaveten Kuran-ı Kerim’in gerek Mekke gerekse Medine surelerinin hiç birinde namazın şekli ve rekat sayısı bildirilmediği gibi gün içindeki sayısında ve de zamanında netlik yoktur. Günümüz de bile Cuma namazı kimi görüşlerce 20 rekat, kimi görüşlerce de 12 rekat olarak kılınmakta, ikindi namazının saati Şafi ve Hanefi mezheplerine göre değişiklik içermektedir. Kuran-ı Kerim’in ilk suresinden itibaren bahsedilen namaz, dua, anma,niyaz etmedir. Sadece istenilen gerek dualarda gerekse ibadetlerde sadece Allah’ın adının anılması, sadece Allah’a ibadet edilmesidir.
Sadece namaz ile ilgili değil hac, oruç ve zekat ile ilgili örneklemelerde verilebilir. Hac olayı İslam öncesinde Araplarda yapılan bir işlem bir inanıştır. Araplar, Hz. İbrahim’in iki oğlundan biri olan Hz. İsmail’in soyundan geldiklerine inanırlar. Hz. İbrahim’in diğer oğlu Hz. İshak ise İsrailoğullarının atası olarak kabul edilmektedir. Kabe Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail ile birlikte yapılmıştır. Bu nedenle Araplarca Kabe ziyaret edilmekte ve Hz. İbrahim’in oğlunun yerine koç kurban etmesini timsalen kurbanlar kesilmektedir. Benzer durum oruç içinde geçerlidir. Oruç İslamiyet öncesinde gerek tek tanrılı gerekse diğer inanışların büyük bir kısmında yapılan bir insanı erdemli yapma, şükretme öğretisine kavuşturma ibadetidir. Oruç hicretin 3. yılından itibaren Ramazan ayında tutulmaya başlanmıştır. Ramazan ayında tutulan ilk orucun başlangıç tarihide 15 Şubat 625 dir.
Bir benzer durumda Arapların ay takvimini kullanmalıdır. Astronomi ve matematik bilgisinin azlığından dolayı takvim hesabında güneş takvimi yerine göz ile belirlenebilecek ay takvimi Araplarda kullanılmaktadır. Kuran-ı Kerim de, tıpkı ibadet şekillerinde olduğu gibi radikal değişikliklere gitmek yerine mevcut ibadet ve uygulamaların devamı ki temelinde amacın insanları erdemli, ahlaklı ve inanç sahibi yapmak yer aldığından ötürü değişikliğe gidilmemiş ve Araplara uygulamalarını devam ettirebilecekleri öğütlenmiştir.
Bunlara benzer örneklemeler çoğaltılabilir. Ancak aşağıda verilen birkaç örneklemede görüleceği üzere Kuran-ı Kerim bir öğüt ve uyarıcıdır.

Taha suresinin (45/20. sure) (Ta,ha harfleri) 2-8. ayetleri “Biz bu Kur'an'ı sana, zahmet çekesin, bedbaht olasın diye indirmedik; Saygıyla ürperene bir hatırlatma/ düşündürme/ öğüt verme olsun diye indirdik. Yeri ve o yüce mi yüce gökleri yaratandan bir vahiy olarak indirdik. O Rahman, arş üzerine egemenlik kurmuştur. Göklerde, yerde, onların arasında, toprağın bağrında ne varsa O'nundur. Sen bu sözü açıkça duyuracaksan da O, gizliyi de bilir, gizliden daha gizliyi de. Allah'tır O. İlah yok O'ndan başka. Esmaül Hüsna, en güzel isimler O'nundur.”
Zümer suresinin (59/39. sure) (Halk-Topluluk) 1. ve 2. ayetler “Bu Kitap'ın indirilişi Aziz ve Hakim olan Allah'tandır. Emin ol, bu Kitap'ı biz sana hak olarak indirdik,O halde, dini yalnız Allah'a özgüleyerek O'na kulluk/ibadet et!”.
Fussilet suresinin (61/41. sure) 2-4 ayetleri “Rahman ve Rahîm'den indirilmedir bu. Bilgi ile donanmış bir toplum için ayetleri, Arapça bir Kur'an halinde ayrıntılı kılınmış bir kitaptır bu. Muştulayıcı ve uyarıcı olarak. Onların pek çoğu yüz çevirdi; kulak verip dinlemezler onlar.”
Kamer suresinin (37/54. sure) (Ay-Ayın yarılması) 22. , 32. ve 40. ayetleri “Yemin olsun ki, biz, Kur'an'ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var? “ “Yemin olsun ki, biz, Kur'an'ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?! “ “Yemin olsun ki, biz, Kur'an'ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?! “
A'raf suresinin (39/7. sure) 42. , 55-56 ayetlerinde “İman edip hayra ve barışa yönelik işler yapanlar -ki biz, her benliğe ancak yaratılış kapasitesi ölçüsünde görev yükleriz- ise cennetin dostlarıdır. Sürekli kalacaklardır orada.” “Rabbinize; boyun bükerek, gizlice/ürpererek yakarın. O, haddi aşanları/azmışları sevmez. Yeryüzünde, orası barışa kavuştuktan sonra bozgun çıkarmayın. Ürpererek ve ümit ederek dua edin O'na. Hiç kuşkusuz, Allah'ın rahmeti, Güzel düşünüp güzel iş yapanlara çok yakındır.”
Lokman suresinin (57/31. sure) (Lokman peygamber) 1-6. ayetleri “Elif, Lâm, Mîm. İşte sana, o hikmetlere dolu Kitap'ın ayetleri. İyilik ve güzellik sergileyenlere bir rahmet ve bir kılavuz olarak; Ki onlar namazı kılarlar, zekâtı verirler. Ve onlar âhirete de gözle görmüşçesine inanırlar. İşte onlardır Rablerinden bir kılavuzlanma üzere olanlar; işte onlardır gerçek kurtuluşu bulanlar. İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah yolundan bilgisizce saptırmak için hadis/laf eğlencesi satın alır ve onu alay konusu edinir. İşte böylelerine rezil edici bir azap vardır.”
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 2:02 pm

b) Türklerin İslam Dinini Yorumlayışları
Türk-İslam düşünürleri yukarı bazı örnekleri verilen sure ve ayetler ışığında Kuran-ı Kerim’i yorumladıkları kesindir. Bugün bu yoruma karşı çıkanlara sormak gerekir, şu anda İslam’ın şartları, gerekleri, emirleri olarak belirtilen uygulamaların kaç tanesi kesin olarak Kuran-ı Kerim de yer almakta veya Arap kavminin İslam öncesinde de var olan inanış ve ibadet şekillerinden değildir. Kuran-ı Kerim’in sadece Araplara değil bütün insanlığa geldiği düşünülerek yapılan yorumlarda, esas olanın erdemli, ahlaklı ve tek yaratıcı, tek güç olan Allah’a inançlı insan olmak olduğu sonucu çıkmaktadır. İbadet inancın bir şeklidir ve de insanlık tarihi boyunca milletlerce farklı şekilde yapılmıştır.
Türk-Anadolu Aleviliği felsefesindeki temelde inançlı, erdemli ve ahlaklı insan yaratma olgusuna gelmektedir. Şekilcilikten çok benliğe önem verilmiştir. İslam’ın diğer yorumlarında yer alan şekilcilik kavramından uzaklaşılarak bireyin iç dünyasının güzelleştirilerek erdemli-ahlaklı olması amaçlanmıştır. Şekilciliğin sadece dışarıya gösteri olduğunun bilindiği, gerçek düşünce ve sevginin insanın yüreğinde olacağının bilinci ile hareket edilmiştir. Şekilsel ibadetlerini, eski gelenek ve ibadet biçimlerini kullanarak yapmışlardır ki genelde de bu toplu olrak yapılan bir ibadet şeklidir. Bireysel olarak ibadet şekli ise Kuran-ı Kerim de yer alan çeşitli ayetlerde belirtildiği üzere sabah ve akşam Allah’ı anmak, du ve niyaz etmek şeklindedir.
Akıl, yürek(vicdan) ve bilgi ile İslam yorumlanmış ve bu çalışma yapılırken de İslam’ın asıl amacı olan erdemli, ahlaklı ve tek Tanrı’ya inanan insana ulaşılmaya çalışılmıştır. Bu felsefik yapının oluşmasındaki bir etkende İslam öncesinde ki yaşayış biçimleri, kültürleri ve öğretileridir. Araplar tarafından dünyaya yayılmaya çalışılan İslam’ın bazı uygulamaları ister Kuran-ı Kerim de yer alsın, isterse din bilginleri tarafından yorumlarda veya Hz. Muhammed tarafından yapılan uygulama ve sözler olarak belirtilen hadisler de olsun, bunların bir kısmı Türklerin uygulamalarından geride yer almaktadır. Basit bir örnekleme verilirse İslam öncesi dönemi cahiliye olarak adlandırılan Araplar için İslam ile kadına verilen haklar Türklerin uygulamalarının gerisindedir. Türk düşünürleri tarafından İslam üzerine yapılan yorumlarda akıl-yürek-bilgi üçlemesi baz alınarak çalışmalar yapılmış, yaşayış biçimlerinin gerisinde veya bireye verilen hakların gerisindeki uygulamalar bir anlamda diskalifiye edilmiştir.
İslam’ı ve onun özünde yer alan Kuran-ı Kerim’i yorumlayan Türk düşünürlerin tespitleri sonucunda felsefik açıdan farklı noktada olmalarına rağmen farklılığın ibadetlerin içeriğinde olduğu görülmüştür. En basit örneği ile Şamanizm ve Batıni inanışların ibadet şekillerinin bir kısmında ibadetler topluca yapılmakta ve de içerisinde müzik, şarkı, dans, yakarış ve sorgulama bulunmaktadır. Din de önemli olanın şekilden çok içerik olduğunu kabul eden Türk düşünürlerin bu felsefesi ile yeni yeni İslam dinini kabul eden Türk halkında yeni dini benimsemesine yardımcı olmuştur. Ortaya çıkan dini felsefe şekilcilikten çok içe dönüktür, insanı ve sevgiyi temel alan bu felsefede amaç insanın kendi içindeki özündeki yaratana, Tanrı’ya , Allah’a ulaşmaktır. Vahdet-i Vücut’tan Vahdet-i Mevcut’a geçebilmektir. Hayatın her noktasında akıl-yürek(vicdan)-bilgi yi ekleyerek davranmaktır. İnancın özünde yatan erdem ve ahlaka ulaşmak esastır. İbadet şekilden değil yürekten yapılırsa anlam kazanır ki bununla ilgili ayetler de Kuran-ı Kerim de yer almaktadır.

c) Türk-Anadolu Aleviliğinin Felsefik İçeriği
Bugün ki uygulamada Türk-Anadolu Alevi felsefesini oluşturan İmam Cafer-i Sadık, Seyyid Safi, Hoca Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş-ı Veli’dir. Son felsefik ve tasavvuf yönünden şekillendirmeyi veren Hacı Bektaş-ı Veli, bugün için Türk-Anadolu Alevileri için ayrı bir yeri bulunmaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli ve onun öğretileri Türk-Anadolu Alevilerinin en temel aldığı noktadır. Ayrıca Hacı Bektaş-ı Veli, Türk-Anadolu Alevilerinin tek çatı altında buluşmaları sağlayan bir pir, bir önder olmuştur. Türk-Anadolu Aleviliğinin inanç sistemi ve ibadetlerine gelmeden önce dini felsefesini netleştirmek gerekmektedir.
Türk-Anadolu Aleviliğinde, din erdemli, ahlaklı ve inançlı insanı yaratmanın şekil ile değil akıl, yürek (vicdan) ve bilgi ile olacağını savunmuştur. Bu üçleme diğer bütün uygulamaların temelinde yer almaktadır. İnsan bilgiyi almalı paylaşmalı, aklı ile uygulamalı ve yüreği (vicdanı) ile sorgulamalıdır.
İnsan, sevgi ve barış ile mutluluğa kavuştuğu gibi, iç huzurunu sağlayıp ahlak ve erdem kurallarına ulaşabilir. İnsan, kendi iç dünyasının inancı ile gerçek inanca ulaşabilir. Şekil sadece görüntüden ibarettir ve gerçek ibadet insanın içindedir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin şu sözleri ile bu daha iyi anlaşılır;

· Ellerin kâbesi var, benim Kâbem insandır.
· Okunacak en büyük kitap insandır.
· Her ne arar isen kendinde ara.
· Yolumuz, ilim, irfan ve insanlık sevgisi üzerine kurulmuştur
· Hiç bir milleti ve insanı ayıplamayınız!”
· Doğruluk dost kapısıdır. Doğruluk karargâhımızdır.
· Dosttan gayrı dost aramak, fesâd-ı muhabbet ve butlan-ı (hükümsüz, boş) mârifettir.
· Komşu hakkı, Allah hakkıdır.Komşu hakkına dokunulmaz; emanete hıyanet edilmez.
· Göze nur gönülden gelir.
· İnsanın cemali, sözünün güzelliğidir; kemâli, işlerinin doğruluğundadır. Yani insanın ziyneti (süsü) ve güzelliği, sözlerinin iyiliğindedir; kemâli de işinin dürüstlüğündedir.
· Dini, dili, rengi ne olursa olsun, iyiler iyidir.
· İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.
· Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu.
· Madde karanlığı, akıl nuru ile; cehalet karanlığı, ilim nuru ile; nefis karanlığı, marifet nuru ile; gönül karanlığı aşk nuru ile aydınlanır.
· Akıl aya, ilim yıldıza, marifet güneşe benzer.
· Kadınları okutunuz.
· İncinsen de incitme.
· Düşmanınızın da insan olduğunu unutmayınız.
· Kuvvetini zavallıya değil, zalime kullan.
· Ara bul!
· Her ne arar isen kendinden ara.
· Düşünceyi, eylemi, sevgiyi siz, Tanrı’nın tadı biliniz.
· Yüreğinin ağırlığıncadır kişinin değeri.
· İyi mi olsun karşındaki, sen iyi ol ilkin.
· Yalnız bilgelerdir, hem arı olan, hem arıtıcı olan.
· Marifet ehlinin ilk makamı edeptir.
· Nefsine ağır geleni kimseye tatbik etme.
· Nebiler, veliler insanlığa Allah’ın hediyesidir.
· Eline, diline, beline sahip ol.
· İnsanın olgunluğu, davranışlarının doğruluğundandır.
· Delilsiz sözle gıyapta bulunma. Doğru yola gidene veli, eğri yolda gidene deli derler.
· Asıl kör, nankörlüktür. İyiliğe karşı kötülük, hayvanlıktır.
· İnsanoğlunun en büyük düşmanları yalancılık, nefsine düşkünlük, mal ve mevki hırsı, gıybet, edepsizlik, hıyanet ve Hakk’ı inkardır.
· Namahreme bakma, hatır yıkma, başa kakma, dünya için kaygı çekme
· Dinine dizlerinle değil, kalbinle bağlan.
· Biz, dile ve söze değil, öze ve hale bakarız.
· Ayağa kalkacaksan, bari hizmet için kalk.
· Hamı pişiremezsen, bâri pişmişi ham etme.
· Mürşidlik alıcılık değil, vericiliktir.
· Bizim semahımız ilahi bir aşktır.
· En büyük keramet çalışmaktır.
· Çalışmadan geçinenler bizden değildir.
· Özünle, sözünle, gözünle işinde ol.
· Edep elbisenizi sırtınızdan ölünceye dek çıkartmayınız.
· Bizim meclisimizin tarafı yoktur.
· Bilim, gerçeğe giden yolları aydınlatan ışıktır.
· Âlimin sohbeti, cahilin ibadetinden daha faydalıdır.
· Âlimlere fikir lâzımdır, dervişlere zikir. Zira ki fikirsiz âlim, seraptır; zikirsiz derviş yapraksız ağaçtır.
· Fikirsiz âlim, Nuh’suz gemidir; zikirsiz derviş, ruhsuz kalbidir. Fikirsiz âlim, Tur’suz Musa’dır ve zikirsiz derviş, nursuz kandil-dir.
· Fenalardan sakın, temizlerle ülfet (sohbet) et. Çünkü ülfet hem zehirdir, hem panzehirdir.
· Marifet güne (güneşe), akıl ay’a, ilim yıldıza benzer. Ve hem ay, gün doğar, dolanır; ilim okunur.
· Eğer ilerlemek istiyorsan herkesin önüne atılma.
· Merhem ve mum gibi ol, diken olma!
· Hiç kimseden sana fenalık gelmesin istersen, fena özlü, fena düşünceli ve fena huylu olma!
· Biz olduğumuz gibiyiz ve öyle de olacağız; iki âlemde, bugün de, yarın da.
· Ol söz verme, öl sözünden dönme. Her tavlada boşanan, bizim tavlada yer bula; bizim tavladan boşanan, başka tavlada yer bulmaz ola. Gel ha gel, insan ol da öyle gel.
· Dört şey, her şeyin en yazığıdır: 1. Güneşe karşı yanan ışık; 2. Görmeyen göze karşı güzel yüz; 3. Çorak toprağa karşı güzel yağmur; 4. Karnı toka karşı hoş bir yemek, ahmaka karşı hak sözü.
· Beş şey mutluluğun delilidir: 1. Doğru sözlülük; 2. Güzel ameller; 3. Olgunlaşma için gösterilen çaba; 4. Helalından rızık arama; 5. Hâl ehli dervişlerle sohbet.
· İçinde kibir, düşmanlık, cimrilik, kıskançlık, öfke, maskaralık gibi türlü şeytan işi olanlara ne yazık!
· Bunlar dışlarında su ile yıkansalar (abdest alsalar) hiç temiz olurlar mı? Şeytana mahsus bu şeylerden biri bile içinde olan bir kimse, ne kadar ibadet ederse etsin, hepsi boşuna olur.
· Kendini temizlemeyen başkasını temizleyemez. (Kendisi arı olmadan, başkasını arıtamaz).
· İnsanoğluna kâfirden de büyük üç düşman vardır: Birincisi hava vü heves (nefsine düşkünlük), ikincisi dalalet ve kibir (sapkınlık ve kendini beğenmişlik), üçüncüsü yalancılık ve kalleşliktir.
· Adem’de değil mi seb-ül mesani, Adem’de değil mi âyet-ül Kürsi?
· Sen seni bilirsen yüzün Hüda’dır; sen seni bilmezsen, Hak senden cüdadır.

Dindeki insan olgusunu, akıl-yürek-bilgi üçlemesini, sevginin önemini, Tanrı’ya ulaşmanın biçimde olmadığını anlatan en güzel deyimlerdendir. Aynı biçimde Yunus Emre’nin,
· Yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü
deyişinde de insana sevgi ile yaklaşılması gerektiği işlenildiği gibi yaratana duyulan sevgi de işlenmiştir. Türk-Anadolu Aleviliği görüleceği üzere sevgi ve barış üzerine kurulmuştur. İnanç ve düşünce ayrılığı gözetmeden bütün insanlığı sevgiyle kucaklar. Dünya insanını bir ve kardeş bilir.
Sevgi felsefenin temel direğidir. Sevgi sadece insan, hayvan, bitki veya doğa sevgisi değildir. Yaratılan her şeye olduğu gibi Allah’a sevgi duymak gerekmektedir. Korku ile yaklaşma yerine sevgi ile yaklaşma vardır. Vahdet-i Vücut dan Vahdet-i Mevcut da gidilmesi için Tanrı sevgisinin yüreklere yerleşmesi esastır. (Vahdet-i Vücud = varlığın yansıması = insan, evren ve evrendeki tüm varlıkların her şey yansımadır, Tanrı’nın yansımasıdır. Vahdet-i Mevcut = varlığın birliği = insan, evren ve evrendeki tüm varlıkların her şeyin birlikteliğidir, Tanrı her şeydir) (Alevilikte “Vahdet-i Vücud” yaratanla yaratılanın birliği ve tümlüğü, “Vahdet-i Mevcud “ ise, İnsan ve Tanrı’nın özlerinin tekliğidir. Alevi Tanrı’yı kendi özünde-içinde bilir. Alevi inancında yer, gök, deniz, her şey Tanrı ile doludur. Alevilikte Doğa-Tanrı-İnsan birdir, bütündür.)
İnsanı; din, dinsel kurallar, kutsal kitapların getirdiği ölçüler içerisine kapamaz. Önce kurallar değil, "önce insan" der. İnsanı kurallar için var görmez, kuralları insanın yaşamını kolaylaştırıcı öğeler olarak düşünür. Türk-Anadolu Aleviliği öğretisi, insanı, "serbesttir, ama serazat değildir" biçiminde tanımlar. Kişiyi mürşidin müridi olarak mürşide bağlı olarak düşünürler. Mürşit, müridin yolunu açan, aydınlatan, önüne seçenekler sunan konumundadır. Mürit, bu aydınlanmış yoldan, çeşitli seçeneklerden seçtiği yolda gider. Yani mürşit, müridin yaşam alanını daraltmaz, daha genişletir. Bu geniş alanda manevra yeteneği kazandırır. Yalnız Türk-Anadolu Aleviliğinde mürit, birey kuralsız da değildir. Başıbozuk, düzensiz, anarşik bir yaşam düşünülmez, kendisine böyle bir yaşam önerilmez ve sunulmaz. Serbestliğe, çok seçeneğe önem veren Türk-Anadolu Aleviliğinin kuralları Erkannamelerle/Buyruklarla düzenlenmiştir.
Türk-Anadolu Aleviliği felsefesinde barış olmaz ise olmazlardandır. Barışı hem Türk-Anadolu Aleviliği felsefesinde hem de uygulamalarında görülür. Barış, öğretinin bir eğitim ilkesi olmuş, toplumlar barış ön şartından geçirilerek yeniden yapılandırılmıştır. İnsanları iyi, doğru, sevgi kavramlarıyla yetiştiren ve yönlendirmeye çalışan Hacı Bektaş Veli felsefesinde savaş, kin, öldürme, kıyım, zulüm bulunmamaktadır. “Kötülüğe kötülük”, “kısas” gibi kurallar Hacı Bektaş Veli izdaşlarının töresi ve yolunda kesinlikle yer almamaktadır. Türk-Anadolu Aleviliği “sizden olmayanları öldürün” anlayışını benimsememiş, aksine “Yaratılanı hoş gör yaratandan ötürü” düsturunu izlemiştir.
Hacı Bektaş-ı Veli’nin “yetmiş iki milleti bir tutmak” / “yetmiş iki milleti ayıplamamak” / “yetmiş iki millet birdir bize” / “dünya içinde yaratılmış nesneler eşittir” sözleriyle evrensel kardeşliği dile getirilir. Bu anlatım ve bakış Türk-Anadolu Aleviliğinin temel ilkelerinden birisi olmuştur. Bütün din, ulus, mezheplerdeki insanlar bir görülür, ayrım yapılmayarak bir tutulur. Böylece insanları ayıran bütün etkenler Türk-Anadolu Aleviliğinde dışlanır, yüz bulmaz. `Bütün tavlalardan boşanan, bizim tavlamızda eğlensin/ karar kılsın".Böylece Anadolu'da "dünya kardeşliği"ni yaratmak için yeniden yapılanma sürecini başlatmış olur.
Hacı Bektaş Veli ile başlayan bu "dünya kardeşliği" evrenselciliği Yunus Emre gibi birçok Alevi-Bektaşi ozan, düşünür ve dervişlerince öğretinin, Alevi-Bektaşi töre ve yolunun merkezine oturur. Bu düşünceyi en güzel sürdürenlerin ve öğretide işleyenlerin başında Yunus Emre gelir. Yunus Emre, dünyayı bütün insanlarıyla birlikte benimser ve kucaklar. "Kamu âlem birdir bize." diyerek dünya insanları arasında ayrım yapmadığını ve dünya insanlarını kendinde gördüğünü söyler. Bu anlayışını salt kuramdan çıkararak maddî temellere oturtur. Bu yaklaşım onda; "Dünya benim rızkımdır/Halkı benim halkımdır" dizeleriyle dile getirilir. Tanrı'yı gerçekten sevenlerin, dünya insanlarının tümünü "kardeş" görebileceğini ve sevebileceğini vurgular. "Yetmişiki milletin birliği"ni işler. Bu birliği din ve dünya etkeninin bozmamasını, erdemliliğin "yaratılmışa birlik ile bakmaya" bağlı olduğunu savunur.
Türk-Anadolu Aleviliğinde "öğrenme" için "bilgi edinme", "öğrenmeyi" ve "eğitmeyi" kapsamaktadır. Bilgi işlev üretirse yararlıdır. Yoksa, "öğrenme" olarak kalmış kuru bilgiden öte bir anlam taşımaz. Bilgi, davranışlara yansımalıdır, bu da "bilginin eğitim işlevi" ile ancak gerçekleşir. Böylece bilgi, kuru bilgi olmaktan çıkmış ve doğrudan yaşama geçmiş ve bir yarar sağlamıştır. Bu yaklaşım insanı daha olgun davranışlara, düşüncelere, olgunluğa, erdeme götürür. “Bilgi edinme”; “öğretim” ile “eğitimi” kapsayarak gerçek amacına ulaşmış olur. Bu durum, "olgun/yetkin/kâmil insan" yaratmanın yolunu açar. “Bilmek, bulmak, olmak” süreci Alevi-Bektaşiliğin olgun/yetkin insanını yaratır.
Tasavvufun yalın, paylaşımcı ve ortaklaşa yaşama anlayışı, Türk-Anadolu Aleviliğinin toplumcu düşüncesini oluşturur. Soyut tasavvuf somutlaşmış, “Hakk'tan halka inmiş”tir. "Kâmil insan", "kâmil toplum" özleminin çekirdeğini ve bu tür toplum yaratma sürecinin başlangıcı olmuştur. Türk-Anadolu Aleviliğinde ki, "kamil insan" yetiştirmeyi amaçlayan bir toplum öğretisi anlayışım (felsefesi ve inancını) son olarak sistemleştiren Hacı Bektaş-ı Veli'dir.
"Kamil insan"dan yola çıkılarak "kamil toplum" yaratılmaya çalışılır. Gerek Hoca Ahmet Yesevi ve gerekse Hacı Bektaş-ı Veli'nin amaçladığı toplum ve toplumsal düzen ancak bu yolla ve bu aşamada gerçekleşir. İki eğilim sergilenir: Dış (zahir) yüzü halka, topluma, iç (batın) yüzüyse Hakk'a yöneliktir. Bu anlayış Türk-Anadolu Aleviliğinde iç (batın) anlamlar simgelerle, dış (zahir) anlamlarsa örneklerle anlatılır ve dış/görünür anlamda (zahirde) İmam Cafer'e uyulur. Ancak son olarak Hacı Bektaş Veli'nin biçimlendirdiği bu sistem Caferilik bağlamı içerisinde görünmesine karşın, tam bir Caferilik (bugünkü anlamda Şiilik) sergilenmez. Yalnızca kendini o ekole bağlı, o ekolun içinde görür. Caferiliğin Batıni yanını geliştirir ve Caferiliğin Batıni yanının temsilcisi olur. Böylece; Türk-Anadolu Aleviliği sufiliğe/ tasavvufa dayalı, batıni özellikler taşıyan, heterodoks bir öğreti olarak karşımıza çıkar.
Türk-Anadolu Aleviliği, Muhiddin Arabi'nin "Vahdet-i Vücut/ Vahdet-i Mevcut" felsefesini tümüyle benimser. "Enel-hak" ve "tevelle- teberra" kuramlarının derinliğine ulaşır. Felsefesinin özünde "varlığın tekliği" anlayışı yatar. Tanrı-evren-insan bütünselliğine inanılır. Tanrı'nın her parçasının evrendeki her parçada, her insanda olduğu kabul edilir. Bu anlayış; "ne varsa alemde, örneği var Âdemde" tümcesiyle formüle edilmiştir. Yani: Doğa ve evren Tanrı'nın açık bir görünümüdür. Tanrı kendini olağandışı insanda, insanüstü insanda, kamil insanda gösterir. Hz.Ali, kamil (yetkin/olgun) insanın en iyi örneğini temsil eden "kişi/tip" olarak kabul edilir.
Alevilik-Bektaşilikte Tanrı insanın içinde olduğundan, özellikle insan görünümü Tanrı'nın düşünce, irade, özgürlük, eylem gibi özelliklerini yansıtır. Gerçek tapınç (ibadet), insanın düşüncelerini kendi üzerinde yoğunlaştırmasıdır. Çünkü Tanrı, insanın içindedir. Bu nedenle insanın kendi dışında bir nesneye yönelik düzenli tapınması, tapıncın öznel ve nesnel nedenleri kalmadığından gereksizdir.
Türk-Anadolu Aleviliğinde biçimsel anlamda ibadetin bir araç, olgun insan olmak amaçtır. Bu bağlamda öncelik olgun insan olmaktır. Olgunluğa erişemeyen insanın yaptığı ibadet göze hitap eder ve anlamsızdır. İnsanı; din, dinsel kurallar, kutsal kitapların getirdiği ölçüler içerisine kapamaz. Önce kurallar değil, "önce insan" der. İnsanı kurallar için var görmez, kuralları insanın yaşamını kolaylaştırıcı öğeler olarak düşünür. Türk-Anadolu Aleviliği öğretisinde, insan, "serbesttir, ama serazat değildir" biçiminde tanımlar.
Türk-Anadolu Aleviliğinin temel ilkesi olan “eline, beline diline sahip olmak” ilkesiyle, İslam’ın bir umdesi olan kutsal savaşı “ cihat” ı, insanın kendi nefsine verdiği savaş olarak tanımlar. İnsanın iç güdülerine karşı savaş açması ve kendi içinde aydınlanarak benini yenmesi bu kural gereğidir. Böylelikle “kul hakkı” ile uhrevi dünyaya gidilmez, bu dünyada bireye toplumsal sorumluluk tevdi edilir. İnsan böylelikle yaratanın istediği erdemli-ahlaklı kişiye ulaşabilir ancak.
Türk-Anadolu Alevilik felsefesinde insan "bedene göre değil" ancak "ruha göre" yaşadığı takdirde Uhrevi yaşamda kurtuluşa ulaşabilir. Zira, manevi yön olarak Allah'a dönük olan ruh sayesinde insan Hakk’a yürüyerek ölümsüzlüğe ulaşabilir. Ölümle birlikte beden ve can yok olurken ruh Hakk’ta yok olur yani ölümsüzleşir. Mutlak Akıl/Kulli-Akıl ile Cüzi Akıl yani İrade –i Külliye ile İrade –i Cüziye veya daha iyi anlaşılması için İlahi Ruh (Yaradan) ile Yaratılmış Ruh (yaratılan) birbirine bağlıdır (kenetlidir). Ruh ile kurtuluşa erişen insanın bedenin Devriye Kuramı gereği Çember-Daire tamamlanmadan hareket halinde ölen bir can, ölümü sonrası dünyasal bürüneceği beden, ruhsal bir beden değildir, sadece tarihsel ve toplumsal hafızaya (imecelikten kalma kalıtımsal özelliklere sahip ortak akıl. genetik miras ve kollektif bellek, bilinçli bir gen’e) sahip bir bedendir.
Bütün bu anlatımlardan da anlaşılacağı üzere Türk-Anadolu Aleviliği, İslam’ı yorumlayışında temel aldığı nokta insanın yaratıcı ile bütünleşmesi, erdemli-ahlaklı-inançlı olması için bedenini değil ruhunu arındırması, ibadeti biçimle değil yüreği ile yapması, kendini sadece ahlaksal olarak değil her açıdan geliştirmesi yeniliğe açık olması, akıl-yürek(vicdan)-bilgi üçgeninde hareket etmesi yatmaktadır.
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 2:04 pm

d) Türk-Anadolu Aleviliğinin Temel Uygulaması
Türk-Anadolu Aleviliğini bu noktada erdem ve ahlaka ulaştıracak en basit ve en kısa özet ise “Eline, Beline, Diline hakim olmak” cümlesi ile özetlenir. Bu basit göründüğü kadar gerçeğinde insanın üzerine yüklenen en zor görevdir. Bu üç kelimenin içerisinde yer alanlar zahir ve batıni olarak yorumlandığında karşımıza çıkan sonuç erdem ve ahlakın en temel özellik ve niteliklerini verir.
İsmail Onarlı’nın yazısında Hoca Ahmet Yesevi’nin oluşturduğu inancın açıklamasında belirttiği gibi.

“Manikeizm “eline, diline, beline sahip ol” ilkesini, toplumsal uyumun zarureti olarak kabul ediyordu. Zaten bunlar ahlâk sisteminin ana kurallarıdırlar da denebilir. Bu da Pir-i Türkistan'ın ana kurallarından biri olmuştur. Halen bu düstur, Anadolu Aleviliğin ana şartı olarak kabul edilir. Anadolu da bazı yörelerde bu yolun erbapları için Müslümanlığın tek şartı vardır; o da “Kelime-i Şahadet”tir. Ancak şeriatın beş şartı yerine de “Eline-beline-diline-gözüne-kulağına-eşine-işine” sahip ol, denilmektedir. Tüm bu açıklamaya çalıştığımız hususlar ve ilişkiler, büyük Mürşit’te en özlü söylemini bulmuş, belki de Türkler için, “özel yorumlu bir İslam” gelişmiştir”

Bu üç ana kuralı biraz açmakta yarar var;
El: İnsanın eli her türlü iyiliğin ve yine kötülüğün uygulayıcısıdır. İnsan eline sahip olmadı mı katil, hırsız olur.İnsan eline sahip oldu mu üretir. Üreten ve yaratan, çaba sarf eden, emek harcayan insanda güzel insandır. Güzel insanda kendisinden başlayarak topluma hizmet edendir. Toplumsal huzuru, barışı sağlayandır.
Bel: İnsan kendi hayvani cinsel güdülerine hâkim olmadı mı her türlü sapıklığı yapar. Sapıklık, toplumsal çürümeye, ahlâksızlığa götürür. Bunun zıddı olan, yani insan cinselliği olumlu anlamda bir üreme aracı olarak değerlendirdiğinde sonuç yine toplumsal ve bireysel huzur olur. Yine insan doğan çocuğuna gereken ilgiyi göstermedi mi o çocuk toplumun başına belâ olur, her türlü zararlı olaya açık olur. Demek ki; insan eline, beline hâkim olmakla salt hayvani güdülerini dizginlemiyor. Bununla beraber oluşturduğu aile sistemiyle kendisinin vesile olduğu çocuğunu da eğitiyor.
Dil: Dil insanlar arasında iletişsimi sağlayan organdır. Bir insan dilini iyilik için de kullanabilir kötülük için de. İnsan dilini yalandan, riyadan, sahtelikten korumalı ve yalana, sahteliğe alet etmemeli, yani diline sahip olmalı. Duyduğu olumsuzlukları düzeltmeli, yalandan kaçmalı, kilit vurmalı. Dilini iyi, güzel insanı ve dolayısıyla toplumu huzura kavuşturacak şekilde kullanmalı.

Hacı Bektaş-ı Veli tarafından yazıldığı kabul edilen Makalat adlı kitabında
"İnsanın üç iyi dostu vardır. Öldüğünde, bunlardan biri evde, öbürü yolda kalır. Üçüncüsü ise kendisiyle birlikte gider. Evde kalan malı, yolda kalan dostlarıdır. Kendisiyle giden ise iyiliğidir."

“Bir insan Eline, Beline, Diline sahip olduğu müddetçe iyi bir insandır. Eline sahip olmakla; kendisini her türlü şiddetten, hırsızlıktan, cinayetten korumuş olur. Beline sahip olmakla; çocuğuna iyi bir baba, eşine ise iyi bir eş olur. Yoksa her türlü hayvani güdüyü tatmin etmek için ömrünü geçirir. Diline sahip olan ise kendisini her türlü yalandan, sahtelikten korumuş olur. Eğer insanlık bu ilkeleri asgari bir şekilde uygulasa her türlü yozluğun ve yobazlığın sonu gelir.”
Düşüncesi en basit ve en kısa yoldan insanı ahlaka ulaştıran temeldir.
Türk-Anadolu Aleviliğinin bu din felsefesi diğer bütün İslam felsefelerinden görüldüğü üzere farklıdır. İslam’ı yorumlayışta ki bu farklılığın temelinde yatan ana neden biçimden, şekilden uzak bir inanış benimsenmiş olmasıdır. Bu aynı zamanda daha sorgulayıcı, yorumlayıcı, özgürlükçü, birleşimci, akılcı, eşitlikten yana v.b niteliklerin ötesinde sevgiyi temel alan insana ve yaratılan her şeye önem veren bir yapıdadır.


e) Türk-Anadolu Aleviliğinde Kamil İnsan Olma Yolu : 4 Kapı 40 Makam
Dört kapı kırk makam şeklinde ilkeleşsen ve insanı "insanı kamil" (olgun insan) olmaya götüren ilkelerdir. Bu ilkeler aşama aşama olup insani olgunluğa götürür. Hacı Bektaş-ı Veli bunları şöyle özetlemiştir: "Kul, Tanrıya kırk makamda erer, ulaşır, dost olur. Bu makamların onu Şeriat içinde, onu Tarikat içinde, onu Marifet içinde ve onu da Hakikat içindedir."
Sıradan bir insan bu dört kapı ve bu dört kapıya bağlı kırk makamdan geçerek, ruhunu ve benliğini ergin hale getirerek Kamil insan olur. Kamil insan da ilâhi sırra erişendir.

1) ŞERİAT KAPISI:
Türk-Anadolu Aleviliğinin anladığı şeriat; başlangıçta kutsal kökenin bir yansıması olarak algılanan görünür nesnel dünyadır. "Zahir" değil, "batın"dır. İnsan kendi kendini eğitmeye bu evrede başlar. Kaba, kuralcı bir inanç anlayışı vardır. Bu evrenin inananı "abid" olarak adlandırılır. Makamları şunlardır:
1. İman etme: Zahir olarak; Tanrı'nın birliğine, meleklerine, peygamberlerine inanmaktır. Batın olarak ise; mürşit önünde yolun bütün kurallarına uyacağına söz verme, bu inancını ikrara bağlama, gönül yoluyla Hakk'a ilişkin anlamı, sezgiyi, bilgiyi yakalamadır.
2. Bilim öğrenme: Zahir olarak, akla ve söylenenlere dayanan bilimleri öğrenmektir. Batın olarak, tarikat yolunda gönül yoluyla önce kendini, sonra kendi özünde Tanrı'yı bulmak, bunu etiğine indirgemek ve sezgisel aklını kullanarak kesin bilgiye ulaşmaktır.
3. İbadet etme: Alevi-Bektaşilik; namaz, oruç, zekat gibi İslâmsal zahiri ibadetleri yerine getirmez. İbadet olarak Tanrı'ya yakın olmayı, Tanrı'yı içinde, gönlünde duyumsamayı anlar.
4. Helal kazanma, haramdan uzaklaşma: Zahir olarak yasal yollardan kazanmaktır. Batın olarak, gönlünü, beynini bozguncu, yıkıcı düşüncelerle doldurmamaktır.
5. Nikah kılma, evlenme: Zahir anlamda, evlilik dışı ilişkilerde bulunmama ve yakın akrabalarla evlilik yapmamaktır. Batın anlamda ise, ikrar verip yola girme ve yolda şeytana uymamaktır.
6. Çevreye zarar vermeme: Zahir olarak çevreyi kirletmemektir. Batın olarak; hiçbir şeyin nedensiz, işlevsiz oluşturulmadığı kanısıyla tüm canlı cansız varlıkları, doğayı, doğada var olan dengeyi koruyacağına, kollayacağına söz vermek ve sözünü yerine getirmektir.
7. Sünnet ve cemaat ehli olma: Zahir olarak, peygamberin buyruklarına, kurallarına uymak, Hz.Muhammed'in söz, davranış, uygulama ve onaylarını kabullenmektir. Batın olarak; yol töreleri konusunda bilgili olmak, Hz.Ali ve soyundan gelen imamların söz, davranış, uygulama ve onaylarını kabullenmek ve pire, mürşide itaat etmektir.
8. Şefkatli olma: Zahir olarak; insanlara yumuşak ve sevecen davranmaktır. Batın olarak; bütün yaratılmışlarla kardeş olmak, onları Tanrı emaneti bilip korumaktır.
9. Arı (pak) giyme, arı yeme: Zahir olarak; Kuran'ın izin verdiği şeyleri yemek, giymek ve temizliğe özen göstermektir. Batın olarak; tanrısal nitelikleri tanımak, onları etiğe indirmek ve davranışlarının bir parçası durumuna getirmektir. Gönül bilgisi yoluyla gerçeği yakalamak, bunu tanrısal özellikler olarak algılamak, algılanan şeyleri ahlâkın temeline indirgemek ve davranışlara yansıtmaktır.
10.İyiliklere sarılma ve kötülüklerden kaçınma: Zahir olarak; Tanrı buyruklarına uymak ve yasaklardan kaçınmaktır. Batın olarak; Tanrı'ya yaklaşmak ve sürekli bu tür bir çaba içerisinde olmaktır.

1. İman etmek
2. İlim öğrenmek
3. İbadet etmek
4. Haramdan uzaklaşmak
5. Ailesine faydalı olmak
6. Çevreye zarar vermemek
7. Peygamberin emirlerine uymak
8. Şefkatli olmak
9. Temiz olmak
10. Yaramaz işlerden sakınmak
Şeriat kapısını ve Makamlarını şöyle özetleyebiliriz: Kendi öz benliğini kötülükten arıtmayan, gelişmemiş, olgunlaşmamış insanın, din kuralları ve yasalar zoruyla eğitilmesi, kişilere ve topluma zarar verecek hareketlerde bulunmasına meydan verilmemesidir.

2) TARİKAT KAPISI:
Türk-Anadolu Aleviliğinin yol kuralları, ilkeleri, töreleri bu aşamada öğrenilir. Kısaca yola girilir. "Zahidlik"le özdeşleşilir. Hakk yolu bulunmaya çalışılır. Bu evre, kâmil insan olma sürecinde ikinci aşamadır. Eğitim ve aydınlanma olayı gerçekleşir. Tarikat Kapısı'nın makamları şunlardır:

1. El alıp tövbe etmek: Bir mürşide bağlanmak, "ham ervahlık"tan ayrılıp olgun/yetkin duruma gelmek, kötü ve günah işlerden uzak durmak, Hakk'tan halka inen bir toplum hizmetlisi durumuna gelmektir.
2. Mürit olmak (Mürşidin öğütlerine uymak) : Mürşidin isteğine uymak, eğitim alma isteğinden olmak, düşünce ve davranış düzeyinde verilen eğitimi özümseyebilmek için içtenlikle çalışmaktır.
3. Saçını-sakalını kesme ve temiz giyinme: Alevi-Bektaşilikte cinsiyet farkı gözetilmez. "Saçını giderme", simgesel olarak "çar-darb" erkanından geçmektir. "Libas giymek"le de, Alevi-Bektaşilikte kutsal görülen "taç", "tennure", "haydariye", "kamberiye", "kemer kuşanmak", "teslim taşı" takmak gibi yola özgü giysileri giyip takıları takınmak, bu yolla ayıpları örtücü olmaktır.
4. İyilik yolunda savaşmak: En büyük düşman olarak görülen nefisle savaşıma girmek, "benlik"in geçici ve dünyasal isteklerine karşı koymaktır. Kişinin kendisiyle savaşını, kendi benliğini eğitmesini amaçlar.
5. Hizmetli olmak: Kendini insanların mutluluğuna adamak, bunun için her türlü özveriye katlanmaya hazır olmaktır.
6. Haksızlıktan korkma, çekinme: Tanrı yolunda yürürken, gerçeğe kavuşurken yanlış bir adım atmaktan kaçınmak ve Tanrı'nın bir yansıması olarak algılanan doğaya, insana kötülük getirecek eylem ve davranışlardan sakınmaktır.
7. Umutsuzluğa düşmeme: Kutsal gerçeğe bir gün kavuşulacağı umudunu taşımak, bunu hiçbir zaman yitirmemek, haklının haksızı yeneceğine inanmak, bu inancı sürekli canlı tutmak.
8. Hırka, zembil, makas, seccade; ibret alma ve hidayet etme: Hırka alma; tanrısal niteliklere bürünmek, kutsallık kazanmaktır. Zembil alma; irfan arayıcısı olmak, evrenin gizlerini bilmek, kavramak, gönül yoluyla sezgisel olarak bilgi edinmektir. Makas alma; tanrısal ahlâka uymayan sünnet dışındaki yenilikleri bırakmak, birey/toplum katında ahlâk dışılıklardan uzaklaşmaktır. Seccade; her zaman ve her yerde Tanrı tecellilerinin önünde olduğunu bilmek, tanrısal tecelli olarak algılanan şeye, insana büyük bir saygı ve sevgi beslemek, Tanrı sevgisini tecellisine aktararak aynı sevgiyi onda yaşamaktır. İbret alma; her şeyde Tanrı'nın bir hikmeti olduğunu anlamak, "ben" özelliklerinden arındırılmış ve "ben" özelliklerinin katılımıyla beliren toplumsal bilinçte yaratıcılık görmektir. Hidayete ermekse; Hakk yoluna girmek ve tarikatı benimsemektir.
9. Nimet dağıtmak: Toplumda makam, toplumsal çevre, söz sahibi, sevgi sahibi ve öğüt sahibi olmaktır. Makam sahibi olmak; ruhsal bakımdan belli bir olgunluk aşamasına ulaşmış olmaktır. Makam, tarikat yolcusunun ruhsal bakımdan ulaştığı olgunluk evresini simgeler. Bu anlamda "post"u simgelemektedir. Cemiyet sahibi olmak; yola (tarikata) girmek isteğinden olmaktır. Öğüt (nasihat) sahibi olmak; yol kurallarını, ilkelerini, törelerini anlatacak bilgi ve beceri sahibi olmaktır. Muhabbet sahibi olmaksa; Tanrı'ya. yol ulularına, ya da yol uğrunda yapılan bir işe, eyleme, davranışa gönülden sevgi ve bağlılık duymak, bir sorunun tartışılıp değerlendirilmesi, bir sonuca bağlanması için "muhabbet meydanı" açmaktır.
10.Aşka ermek, şevke ermek, özünü fakir görmek: Aşka erme; tanrısal varlığı içten gelen bir eğilimle sevmek, sevilende kendini yok etmek, sevilenle bir olmak, seveni yok, yalnızca sevileni var etmektir (aşık-maşuk). Şevke erme; Tanrı sevgisinden, tanrısal tecellilerden kaynaklanan coşkuyu duyumsamaktır. Özünü fakir görme ise Tanrı uğruna dünyasal varlıklardan vazgeçmek, "ben"in geçici isteklerine kanmamak, büyüklük taslayarak tanrısal varlık karşısında bağımsız bir tutum takınmamaktır.

1. Tövbe etmek
2. Mürşidin öğütlerine uymak
3. Temiz giyinmek
4. İyilik yolunda savaşmak
5. Hizmet etmeyi sevmek
6. Haksızlıktan korkmak
7. Ümitsizliğe düşmemek
8. İbret almak
9. Nimet dağıtmak
10. Özünü fakir görmek
Tarikat kapısını ve makamlarını şöyle özetleyebiliriz: İnsanın kendi öz iradesiyle hiç bir dış zorlama olmadan her türlü kötülüğü benliğinden kovabilmesi, elinden gelebilecek tüm iyilikleri hiç kimseden esirgememesi aşamasıdır.

3) MARİFET KAPISI:
Gönül yolunda en yüce düzeye ulaşma, tanrısal gizlere (sır) erme evresidir. Bu evre "arifler"le özdeşleştirilir. Su gibi anlık aranılır. Makamları şunlardır:

1. Edepli olma: Alevi-Bektaşiliğin ünlü ahlâk ve toplum ilkesi burada temel alınır. Eline, diline, beline sahip olmak anlayışı yaşama geçirilir. Kötü hâl ve hareketlerden uzak durmak amaçlanır.
2. Bencillik, kin ve garezden korkma ve uzak durma: Tarikattan marifete geçen kişinin bu makamdan düşme endişesini taşıyarak korkuya kapılması, kendine yönelik eleştirileri sürekli canlı tutup özünü bencillikten, kin ve garezden uzak tutmasıdır. Engelleyici bir korkunun kuşatıcılığında her vicdanın sesi dinlenerek, kendini yoklayarak, eksiklerini saptama ve geleceğe daha arınmış olarak çıkmaktır.
3. Perhizli olma: Hiçbir şeyde aşırı olmamak, aşırıya kaçmamak, ulaşılan manevî aşamanın verdiği sarhoşluktan korunmak, bu duyguyu yanlış algılayıp kendini yitirmemek ve mahrem olan şeylerden uzak durmaktır.
4. Sabır gösterme ve yetinme: Bir olgunluk evresi olarak algılanan bu makamda; Tanrı'dan başkasına yakınmamak, kutsal gerçeğe giderken aceleci olmamak, taşkınlık yapmamak, ölçülü olmak, mürşidin verdiği kadarıyla yetinmek, nefsine uyup mürşidinden kaldıramayacağı isteklerde bulunmamaktır.
5. Utanma: Yakışıksız davranışlardan ve uygunsuz işlerden kaçınmak, kınanma, ayıplanma kuşkusuyla bir şeyi yapmaktan ya da yapmamaktan sıkılmak.
6. Cömert olma: Bilgisini ehlinden esirgememek, bilgisinden lâyık olanı yararlandırmak, bunu ibadetin bir gereği olarak algılamak ve bu yolla insanın kendisini arı kılmasıdır.
7. Bilim öğrenme: Tarikat yolunda gönül yoluyla önce kendini, sonra kendi özünde Tanrı'yı bulmak, sezgisel aklını kullanarak kesin bilgiye ulaşmaktır.
8. Gösterişsiz yaşama, miskinlik: Kişinin kendisine hiçbir varlık tanımaması, teslim olması, uzlaşması, yola, yolun kurallarına tam olarak uyması ve bağlanmasıdır.
9. Arif olma (marifet/ hüner): Tanrı'nın gönül bilgisi, duyarlığı, derinliği yoluyla kendi özüyle bütünleşmesine izin verdiği ve bu yolla kendi yüce varlığını görebilmesi güzelliğini sağladığı, kendi özünü tanıma tadının zevkini verdiği biçimindeki yüksek olgunluk aşamasına ulaşmasıdır.
10.Özünü bilme: Son amacını "âlem-i ekber"de bulan ve küçük evren olarak algılanan insanı tanımak, bu yolla son amacını "âlem-i asgar"da bulan ve büyük evren olarak algılanan âlemin farkına varmak, bu bağlamda Tanrı'nın bütün sıfatlarının insanda ortaya çıktığının ayırımına ermektir.

1. Edepli olmak
2. Bencillik, kin ve garezden uzak olmak
3. Perhizkârlık
4. Sabır ve kanaat
5. Utanmak
6. Cömertlik
7. İlim
8. Hoşgörü
9. Özünü bilmek
10. Ariflik (kendini bilmek)
Marifet kapısını ve makamlarını şöyle özetleyebiliriz: Duygu ve ilimde en yüksek düzeye ulaşmak, tanrısal sırlara erişmektir.

4) HAKİKAT KAPISI:
Hakikat, bir ilham makamıdır. İlham doğrudan Tanrı vergisi olarak kalbe, gönülde doğan anlam, sezgi ve bilgidir. İlham, yalnızca arınmış gönüllere iner. İlhamda aldanma ve yanılma olasılığı yoktur. Hakk'ı görme, tanrısal âlemin gücü içerisinde erime, sonsuzlaşarak "bekalaşma" hakikat evresinde gerçekleşir. Kâmil insan olma yolculuğunun sonuncusu ve yetkinliğe varma aşamasıdır. "Muhibler"le özdeşleşilir. Bu evrede Hakk'tan halka inilir, yararlı işler yapılır. Düşünce aktarımında son derece cesur ve kurulu düzenin kurallarını yıkıcı, dünyasal yaşamını kurallara alan her türlü baskıya karşı tepkici bir tutum sergilenir. Hakikat kapısının makamları şunlardır:

1. Alçak gönüllü - Toprak (turab) olma: Herkesin "ayak toprağı" anlamında alçakgönüllü olmak Tanrı'dan gelen her şeyi gönül hoşluğuyla karşılamak, Tanrı'nın hoşnutluğunu, onayını kazanmak, kendini yol kurallarına bırakmak ve teslimiyete ermektir.
2. Tüm insanları bir görme: İnsanlar arasından din, dil, ırk ve mezhep ayrımı yapmamak ve tüm insanların inançlarına hoşgörüyle bakmaktır.
3. Elinden geleni esirgememe: Verici olmak. Elinden gelen bir hizmeti, yardımı vermekten, yapmaktan kaçınmamaktır.
4. Kimsenin ayıbını görmeme: İnsanların iyi, yararlı ve üretici yanını yakalamak; insanların kusurlarını, ayıplarını örtücü olmak, onları büyütmekten, yaymaktan kaçınmaktır.
5. Tevhid anlayışında olma: Bütün varlık türlerinin Tanrı'da "bir" olduğuna inanmak, Tanrı'dan başka varlık tanımamak, Tanrı'nın birliğine ve Ali'nin Tanrı'nın “veli”si olduğuna inanmak, Tanrı'nın görüntüsü durumundaki tüm canlı-cansız varlıkları sevmek ve bunu bir ibadet olarak algılamaktır.
6. Birliğe yönelmek ve yöneltmek- Vahdet- i Mevcut anlayışında olma: Tanrı'ya yakın olmak, Tanrı'yla bir olmak ve Tanrı-evren-insan üçlüsünden oluşan "birliği" Tanrı olarak algılamaktır. Vahdet-i Vücut biçiminde görülen tasavvuf akımı, Alevilik-Bektaşilikte "Vahdet- i Mevcut" biçimini almıştır.
7. Anlamı bilme, sırrı öğrenme: Gönül sezgisi yoluyla duyular üstü bilgiye ulaşmak, marifete ermek; batın ve tarikat bilgisini özümsemek ve hakikate ermek; nefsin isteklerinden sıyrılıp derin düşünceye dalarak, "Tanrı evi" olarak tanımlanan gönülde ortaya çıkan örtülenmiş (gayb durumunda) şeylerin, yani Hakk'ın gizlediği/örttüğü ancak halka bildiremediği şeylerin ayrımına varmak, sırra ermek; ulaştığı anlamı, erdiği sırrı, ehil olmayandan sakınmaktır.
8. Seyrü sülüğünü tamamlama: Seyrü sülük aşamaları sıralamasında son evre olarak benimsenen ve Tanrı'dan halka dönmek olarak algılanan "seyri anillah" (Tanrı'dan yolculuk) aşamasını tamamlayıp gerçekle gerçek olmaktır.
9. Gerçeği gizlememe: Sohbette, muhabbette hakikat sırrını Hakk'tan halka taşımak; inançtan akla atlamak ve aklın öncülüğünde kâmil toplumu yaratmaya koyulmaktır.
10.Münacat ve müşahede: Tanrısal sırları ve tecellileri seyretmek, bu yolla tanrısal âlemi görmek; her an "Tanrı evi" olarak algılanan gönülde Tanrı ile söyleşide bulunmak; tarikat ulularını övmek ve onlara bağlılıklarını bildirmektir.

1. Alçak gönüllü olmak
2. Kimsenin ayıbını görmemek
3. Yapabileceği hiç bir iyiliği esirgememek
4. Allah’ın her yarattığını sevmek
5. Tüm insanları bir görmek
6. Birliğe yönelmek ve yöneltmek
7. Gerçeği gizlememek
8. Manayı bilmek
9. Tanrısal sırrı öğrenmek
10. Allah’ın varlığına ulaşmak
Hakikat kapısını ve makamlarını şöyle özetleyebiliriz:
Hakkı görmek, zaman ve mekân içinde tanrısal demin gücü içinde erimektir.
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 2:29 pm

f) Türk-Anadolu Aleviliğinde Üç Sünnet Yedi Farz
Tük-Anadolu Alevilerinin önem verdiği Menakib-i Imam Cafer-i Sadik, Hutbe-i Düvaz-deh Imam/Menakib-i Seyyid Safi,yani “Buyruk”larda yazıldığına göre Alevi yolunun temeli üç sünnet yedi farza dayanır. Bu temel esaslara uymak zorunludur.

Üç sünnet yedi farz
Alevilerin kutsal kitaplarından “Buyruk”larda yazıldığına göre Alevi yolunun temeli üç sünnet yedi farza dayanır. Bu temel esaslara uymak zorunludur. Üç sünnet yedi farz şunlardır:
Üç Sünnet
Dilini tevhid kelimesinden ayırmaya
Gönlünden düşmanlığı gidere, kimseye kin ve kibir tutmaya, kıskançlık etmeye, hırsına uyup şeytana gönül vermeye.
Sözü Hakkın kudreti ola, kimseyle kavga etmeye, kimseye düşmanlık yapmaya

Yedi Farz
Çok sır saklaya
Talip binbir ise, bir otura ve bir dilden söyleye
Hakkın terazisine itaat ede, yaptığı bir günaha bin özür ve niyaz eyleye, kimsenin gıybetini etmeye ve yalan yere and içmeye, yalan söylemeye
Mürebbi hakkına itaat ede, emrine uya
Kuşak kuşana, halifeden el alıp, tövbe eyleye
Musahibini hakikatte Hak cemiyetine eriştire
Halife’den tac ve kisvet kabul eyleye. Özünü şeyhlere ulaştıra
Bu yol üzere olmayana sofu diye inanmayasanız. Bir kişi bunca farzdan ve sünnetten düşse, ona derman yoktur, sürgün olur, yüzü karadır.

Oniki Şart
Cömertlik
Mutluluk
İbret
Gayret
Sohbet
Mürüvvet
Şefkat
Şefkat
İkram
Tevella (Ehl-i Beyti, Oniki İmamları, Ondört Masumları, Onyedi Kemerbestleri ve onların yolundan gidenleri sevenleri sevmek)
Teberra (Tevella Ehl-i Beyti, Oniki İmamları, Ondört Masumları, Onyedi Kemerbestleri ve onların yolundan gidetmeyenleri, sevmeyenleri sevmemek)

Oniki İşlek
Evvel kendi özünü hassas etmektir
Marifet tohumunu ekmektir
Şefkat beslemektir
Rıza eteğini tutmaktır
Hikmet sıfatını sem etmektir
Özünü hizmet hürmetin saklamaktır
Özünü mukarribiyle hudetmektir,
Özünü sabır ehline vermektir
Muhabbet kilesiyle ölçmektir
Takva değirmeninde özünü arındırmaktır
Su ile yuğurmaktır
İradet tennurunda pişmek ve ihlas sofrasına girmek , özünü dervişlere ve fukaralara sarfetmektir.

Bilindiği üzere Alevilik Hz. Ali, Ehl-i Beyt ve Oniki İmam sevgisine dayanır. Ehl-i Beyt sözcük olarak ev halkı demektir. Ev halkı yani Ehl-i Beyt Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatima, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den oluşmaktadır. Ehl-i Beyt halk arasında Pence-i Al-i Aba olarak da adlandırılır. Oniki İmamlar, Alevilerin Hz. Muhammed’den sonra önder olarak tanıdıkları Hz. Ali ile Hz. Fatima’nin soyundan gelen kişilerdir. Oniki İmamların adları sırasıyla şöyledir:

1) İmam Ali,
2) İmam Hasan,
3) İmam Hüseyin,
4) İmam Zeynel Abidin,
5) İmam Muhammed Bakir,
6) İmam Cafer Sadik,
7) İmam Musa Kazim,
Cool İmam Ali Riza,
9) İmam Muhammed Taki,
10) İmam Ali Naki,
11) İmam Hasan Askeri ve
12) İmam Mehdi.

Alevilere göre Müslümanlar Hz. Muhammed’den sonra 73 fırkaya ayrılacaklar ve Ehl-i Beytin, Oniki İmamların yolundan gidenlerin dışındakiler cehenneme gideceklerdir. Ehl-i Beytin, Oniki İmamların yolundan gidenler Firkayi Naciye veya Güruh-u Naci olarak adlandırılır. Demek ki Ehl-i Beyt sevgisi Aleviliğin esasini oluşturur. Tevella ve teberra anlayışı da bu sevgiden kaynaklanır. Tevella Ehl-i Beyti, Oniki İmamları, Ondört Masumları, Onyedi Kemerbestleri ve onların yolundan gidenleri sevenleri sevmek, teberra ise onları
sevmeyenleri sevmemektir.

Ondört Masum
Muhammed Ekber, Abdullah bin İmam Hasan, Abdullah bin İmam Hüseyin, Kasım, Zeynelaba, Kasım bin Zeynel-abidin, Ali Eftar, Abdullah bin İmam Cafer Sadık, Yahya el-Hadi, Salih, Tayyib, Cafer bin Muhammed Taki, Cafer bin Hasan Askeri, Kasım bin Muhammed Taki.

Onyedi Kemerbest
İmam Hasan, İmam Hüseyin, Hadi-i Ekber, Abdülvahid, Tahir, Tayyib, Türab, Muhammed Hanefi, Abdurrauf, Ali Ekber, Abdülvahab, Abdülcelil, Abdurrahim, Abdülmuin, Abdullah Abbas, Abdülkerim, Abdüssamed
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 2:31 pm

TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİNİN İBADET UYGULAMALARI
Bu felsefenin yapısı sadece düşünceye değil uygulamaya da yansımıştır. Dinin uygulanmasında ki ibadet ve inanışlar İslam dünyasının diğer bütün ana kol ve mezheplerinden farklıdır. İbadetsel olarak yapılan uygulama Türklere özgüdür. Bunun olma nedeni de Kuran-ı Kerim her ne kadar bütün insanlığa indirilmiş olsa da bazı uygulamaları Arap kavminin eski uygulamaları, inanışları, öğretileri ve ibadetleridir. Tıpkı Araplarda sol kötülüğü-çirkinliği-yanlışı, sağ iyiliği-güzelliği-doğruyu temsil ettiği gibi Kuran-ı Kerim de de devam ettirilerek değişiklik yapılmamıştır. Yaratanın, Arap kavmine gönderdiği bu kitap ve peygamber ile öncelikle Arap kavmini iyileştirmeyi, sonrasında bütün insanlığa seslenmeyi esas almıştır. Bu nedenden ötürü iniş dili Arapçadır.

Zühruf suresi (63/43. sure) (Mücevher) 2-4 ayetler “O ayan-beyan konuşan Kitap'a yemin olsun ki, Biz onu akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur'an yaptık. Ve o, bizim katımızdaki ana Kitap'ta çok yüce, çok hikmetlidir.”

İbadet şekillerine bakıldığı zamanda daha önce de bahsedildiği üzere Arap kavminin ibadet şekillerinden bahsedilmiştir. Ancak ibadetlerin şekli sayıları konusunda net tarifler yapılmamıştır. Uygulaması hali hazırda yapılan bir ibadet şeklini anlatmak gereksizliği nedeni ile sadece uygulamaların ibadetlerin yapılması ve bunlarda da yalnızca Allah’ın-Tanrı’nın-Yaratıcının adının alınıp onun için yapılması istenilmiştir. Kuran-ı Kerim’in öz yapısına inildiği zaman bunların önemli olduğu, amacın inançlı, erdemli ve ahlaklı insanın oluşturulmaya çalışıldığı görülecektir.Bu aynı zamanda bütün dinlerin amacıdır.

Taha suresinin (45/20. sure) (Ta,ha harfleri) 2-4. ayetleri “Biz bu Kur'an'ı sana, zahmet çekesin, bedbaht olasın diye indirmedik; Saygıyla ürperene bir hatırlatma/ düşündürme/ öğüt verme olsun diye indirdik. Yeri ve o yüce mi yüce gökleri yaratandan bir vahiy olarak indirdik.” .
Kamer suresinin (37/54. sure) (Ay-Ayın yarılması) 22. , 32. ve 40. ayetleri “Yemin olsun ki, biz, Kur'an'ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var? “ “Yemin olsun ki, biz, Kur'an'ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?! “ “Yemin olsun ki, biz, Kur'an'ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?!

Ayetleri ile de Kuran-ı Kerim’in zorluk değil kolaylık önerdiği aşikardır. İşte bütün bu küçük örneklemeler de yer alan nedenlerden ötürü İslam’ı benimseyen diğer kavimlerin ibadet şekillerinde farklılıkların olması normaldir. Kaldı ki örneğin namaz ile bahsedilen dua etmek, anmak, şükretmek, hatırlamaktan öte değildir. Bu açıdan bakıldığı zaman Kur’an-ı Kerim’de namaza yönelik vakit ve şekil kavramları belirtilmemiştir. Kur’an’da 80 küsur yerde “secde” ve 264 yerde “dua” ibadeti faaliyeti geçmektedir ki, Türk-Anadolu Alevileri bu faaliyetleri “Niyaz” olarak yapmaktadırlar. Nisa Suresi 103. Ayet’te : “Allah’ı ayaktayken, otururken ve yan yatarken zikredin” emredilmektedir. Aleviler bu buyruk doğrultusunda cemlerde “halka namazı ve niyaz” eda ederler. Alevilerde kıble insanın cemalidir, kıyam salavat ile ayağa doğrulmadır, kıraat ise Kur’an sure ve ayetlerinin duvaz ve nefeslerle diz üstü gelinerek saz eşliğinde okunmasıdır. Rükû’ya varma, Secde’ye inme, Sücûd yere niyaz, alın koyma, çapraz el bağlama, boyun bükme gibi vücud ritüellerini; Türk-Anadolu Alevi cem ibadetinin her safhasında görmek mümkündür. Bu ibadet biçimine: “Halka Namazı” denir. Ramazan ve Kurban bayram namazları yörelere göre iki-üç-beş-yedi secde halinde yapılan cem ile eda edilir.

a) Cem
Cem, Alevilerin topluca düzenledikleri ibadet töreninin adıdır. Cem kelime manasıyla "toplanmak" ve "birlik" anlamına gelmektedir.
Alevi inancına göre Cem’in tarihçesi Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemdir. Ve ilk Cem’e Hz. Muhammed mürşitlik etmiştir. Buna "Kırklar Cemi" de deniliyor.
Cem töreninin bir değil, birden çok özelliği bu töreni klasik diyebileceğimiz tapınma törenlerinden farklılaştırır. Her şeyden önce Cem, Cem’e gelenlerin birbirilerinden "razı" olmaları, rızalık almaları gerekiyor. Yani kırgınlık, küskünlük Cem’e başlanmadan önce mutlaka çözüme kavuşturulur ve ondan sonra Cem başlar. Cem sadece insanın yaratıcı güce karşı günahlarının, hatalarının af olunması ve tövbe etmesi değildir. Bununla beraber aynı zamanda insanın içinde yaşadığı topluma karşı sorumluluğunu yerine getirip getirmediğinin sorgulamasıdır. Eğer bir kişi herhangi bir suç işlemişse ve bu suç Cem’de bulunan cemaat tarafından tespit edilmişse o kişi Cem’i yöneten "Dede" tarafından "dara" çekilir. Buna "Darı Mansur" da denilir. Suçun derecesine göre toplumun onaylamasıyla ceza verilir. Bu arada belirtmekte fayda var. Bir kişi ne kadar ağır suç işlemişse işlesin, o kişi asla ölümle cezalandırılmaz. Suçu ne kadar ağır olursa olsun bir kişiye verilecek en ağır ceza onu cemaatten dışlamaktır. Bu da Alevi inancının adalet anlayışını gösterir.
Cem’de kadın erkek beraberce ibadet ederler. Dedenin duasıyla Cem başlar. Cem’de hizmetleri gören "On iki" hizmet sahibi vardır. Cem’deki duaların içeriği genellikle Ehlibeyt’e bağlılık On İki İmamlar, Hak, Muhammed, Ali sevgisine dayanır. Deyişlerde Alevi tarihini şekillendiren olayların geçtiği şiirler okunur. Bu deyişler eşliğinde kadınlı erkekli Semah dönülür. Cem’e katılanlar halka şeklinde otururlar. Ve yine Cem’e katılanlar lokmalarını beraberlerinde getirirler. Bu lokmalar ortaklaşsa paylaşılır. Cem’lerdeki bazı adetler yöreden yöreye değişse de öz aynıdır.
Cem in kaynağı İslam öncesi eski Türk ve Iran inanç ve kültürlerinin İslam la birleştirildiği KIRKLAR MECLİSİ (CEM’i) inancına dayanır.. 19 Kadın, 21 erkeğin ve Hz. Ali’nin de olduğu bu Ceme/meclise, Hz. Muhammed Peygamber olarak değil, Hadümül-fukara, fakirlerin hizmetçisi olarak girebilmiştir.. Hizmet Alevilikte en önemli unsurlardan biridir, yola hizmet için girilir, halka hizmet, hakka hizmet olarak kabul edilir..
Bir kaç çeşit Cem vardır. Fakat hepsinin gündeminde, 12 hizmet vardır. 12 hizmetin; sosyal, kültürel, politik, ahlâksal, pratik ve inançsal anlamları vardır. Cem’de kadın erkek, yaşlı, çocuk eşit sayılır, herkes birbirine CAN veya bacı kardeş diye hitap eder. Cem’de 12 hizmetten birisi de semahtır.

1.      Pir/Dede/Mürşit ; Cemi yürütme, yönetme, hizmetleri yönetme.
2.      Rehber   ; Dedeye yardım eden, taliblere yol kurallarını öğreten, tarikat törelerini gören kişi ve onun işi.
3.      Zakir/Sazandar/Aşık; Cem yürütmede en büyük yükü omuzlayan, Duazda İmam Ayet, Deyiş, Tevhid, Miraçlama  gibi bölümleri yürüten kişi.
4.      Gözcü ; Cemde düzeni sağlayan, hizmetlerin akışını belirlemede yardımcı olan, suküneti sağlayan kişi.
5.      Ceragci,Delilci
6.      Faraşçı/Süpürgeci; Cemevini süpüren temizleyen kişi.
7.      İbrikdar/İbrikçi/Sakka; El suyu dökerek ellerin yıkanmasını sağlayan kişi.
8.      Saki/Pervane; Cem sırasında su sağlayan susuzlukları gideren kişi.
9.      Kurbancı/Sofracı; Cemde kesilen kurbanları Hak-Muhammet-Ali ve tarikat törelerine uygun tığlayan ve sofraya getiren kişi.
10. Peyik/Davetçi; Cemin toplanması için çevreye haber veren kişi.
11. İznikçi/Meydancı; Cemevini ısıtma işini ve canların ayakkabılarını kaldırıp, gereken hizmetleri yerine getiren kişi.
12. Kapıcı / Bekçi; Cemevinin güvenlik işlerini sağlayan kişi-

“Görgü Cemi: Yılda bir kez kış aylarında “hac farizası” gibi kabul edilerek icra edilir. Görgü Cemlerinde; dâra durma,sitem çekme, tarığa düşme, halka namazı, tevhid çekme, boy verme, baş okutma, semah dönme, eğitim ve telkin, hakkullah verme, ikrar alma, sorgulama-cezalandırma-aklama, gibi dinsel ve sosyal evreleriyle birlikte; lokma, adak, kurban tığlama, gibi şölensel bölümleri ihtiva etmektedir. Tarık veya Pençe-Âli ( ‘Allah-Muhammed-Ya Ali’ diyerek üç defa el vurma-sürme veya beşleri ifade ederek el vurma) ritüeli de Kuran’a, hadis ve sünnete dayanmaktadır. Secde Suresi 18. Ayet ve Rad Suresi 29. Ayet’in tefsirinde; “Tuba Cennet’te bir ağaçtır ki, asıl kökü Hz.Ali’nin sarayındadır, ve her müminin sarayına bir dal salınmıştır.” Burda ki batıni anlam, her şeyin Hz.Ali’de toplandığı ve bütünlendiğidir. Tuba ağaçı da bunun simgesidir. Hz.Muhammed 628 yılında Hudeybiye’de Müslümanları bir ağacın altında toplayarak kendisine bağlılık yemini ettirerek biat aldı. Bunu yaparken de biat edip, ikrâr verenlerin sırtına, ağaçtan kestiği sopayı vurarak takdis ederken Fetih Suresi 10. ve Tövbe Suresi 4. Ayetleri okur. Bu biat törenine “Biat-ı Secer” (ağaç biatı) ya da “Biat-ı Rıdvan” (Cennet Biatı) denmektedir. Alevilere de gelenek olarak buradan kalmıştır. Aleviler “Hakk-Muhammed-Ali Yolu”nda Hicri Takvime göre 48, Miladi’ye göre 52 hafta; perşembeyi cumaya bağlayan gece saat: 19-20 sularında; Cuma Suresi gereğince “Cuma Cemi” eda ederler. Furkan Suresi- 62, 64; İsra Suresi- 61, 71, 79; Âl-i İmran Suresi -113, Bakara Suresi –34; gibi bir çok ayetlere dayanarak, “Mürşid-Pir-Rehber”in yol göstericiliğinde “ölmeden önce ölünerek”, “ateşten gömlek giyilerek”, “demirden leblebi yutularak”, “serini meydana koyarak”, “sırr-ı sır ederek”, “Hakk ile yeksan” olarak cemlere girilerek erkân yürütürler. Görülüyor ki tüm bu ritüeller de Kuran’a dayanmaktadır.” (İsmail Onarlı : Alevilik İslam’ın Özüdür)

b) Semah
Semah, Cemlerde deyişler eşliğinde yapılan dinsel törenin adıdır. Hacı Bektaş-ı Veli bu konuda şöyle söyler: "Semah, ariflerin aleti, muhiplerin ibadeti, taliplerin maksududur. Bizim Semahımız oyuncak değil, ilahi bir sırdır. Bir kimse ki Semahı oyuncak sayar o cahildir". Semah Alevilerin geleneksel ‘dansıdır’, bir çeşit ibadet biçimidir. Semah kelimesi; gökyüzü/uzay ve müzik ve sözle öğrenme anlamına gelir. Ayrıca evrende ki her şeyin hareket ettiğini, bir dönüşümden geçtiğini sembolize eder. Semahta insan duygusal bir dünyada uzayı/alemi dolanıp, aradığını yine kendinde bulması sergilenir.
Semahın kaynağı Kırklar meclisine dayanır. Bu meclise gelen Hz. Muhammed’e Salmanı Farisi tarafından bir üzüm tanesi verilir ve Salmanı Farisi kendisinden bunu paylaştırmasını ister. Hz. Muhammed Cebrail’in getirdiği tabakta bu üzüm tanesini sıkar. Bunu içen Kırklar "Ya Allah" deyip Semah dönmeye başlarlar*. Semah yalnız Cemlerde dönülür. Bunun dışında günümüzde olduğu gibi asla düğünlerde ve benzer eğlencelerde dönülmez. Semahın dönüldüğü ortam mutlaka özel ve dinsel anlamı olan bir ortam olmalıdır. Yani ilahi bir sırdır. Öyle günümüzde yapılanlar gibi herkesin kolunu açarak yapacağı bir dans değildir.
Semahı kadınlar ve erkekler oynar/döner. Semah Cemlerde dönülür. (Bunun dışında Alevi inancını tanıtan toplantılarda dönülür.) Semah sırasında Alevi ozanların deyişleri bağlama eşliğinde okunur. Semah sırasında el ele tutuşulmaz, ayaklar çıplaktır. Ya karşı karşıya ya da Halka şeklinde dönülür.
Semah ağır çalınan ve söylenen nefesler eşliğinde dönülür. Nefesler giderek hızlanır, buna bağlı olarak da Semah dönenler hızlanır. Semahçılar Dede/Mürşidin oturduğu bölüme sırtlarını dönmezler. Bölüme geldikleri zaman yüzleri çerağa dönük ve boyunları hafif bükük geçerler.
Özü aynı olan ama farklılıkları tali olan bir çok Semah türü vardır. Belli başlı Semah türlerini sıralayabiliriz:

Miraçlama
Ali Nur Semahı
Kırklar Semahı
Turnalar Semahı
Erkân Semahı
Gönüller Semahı
Ya Hızır Semahı
Nevruz Semahı
Hacı Bektaş Semahı
Muhammed Ali Semahı

Semah sırasında bele bağlanan tülbent, Semah sırasında Hz. Muhammed’in düşsen sarığını alıp kırk parçaya ayırıp bellerine bağlayan Kırkları sembolize eder. Semah da sembolik anlatımlardan birkaç örnek vermek gerekirse;
·         Semah normalde Cem’de dönülür (dönmek hiçbir şeyin durmadığını ölmediğini hareket edip değiştiğini sembolize der. Semah, Cem dışında ayrıca; toplumsal içeriği olan toplantılarda ve tanıtmak amacı için dönülebilir. Başka yerlerde düğün, eğlencelerde vs. kurallarına uyulamayacağı için, semah dönülmesi uygun görülmez.
·         Yüzün üzerinde semah çeşidi vardır, hepsi için geçerli olan, ağır tempoyla baslar, hızlanır ve yavaşlayarak durur. Duyguların/ruhun uçuş ve geri dönüsünü sembolize eder.
·         Cemde ve Semah dönülürken normalde çırağ/mum yakılır. Bu ışık, bütün alemi hareket ettiren/yaratan ilâhî NUR olarak kabul edilir. Ayrıca alevi/enerjiyi, bilim ve sevgiyi-aşkı sembolize eder.
·         Semahta kadın ve erkek şarttır, bununda birlik, eşitlik, yaradılış, sevgi, karşıtların birliği gibi çok derin anlamları vardır.
Semah yalın ayak dönülür, duygular dünyasında uçulsa da gerçeğe, doğaya/toprağa bağlılığı sembolize eder. (Oku; benim sadık yârim kara topraktır. A.Veysel)
·         Semah günlük, fakat temiz elbiseyle dönülebilir, bazı semahlar dışında (üryan semahı) özel elbise gerekmez. Genelde bele, kendini kontrol etmeyi (Eline Diline Beline sahip olmayı) ve sevdiğine (yola) bağlılığı sembolize eden bir kuşak (kemerbest) bağlanır.
·         Bazı semahlarda avuçlar yer ve gökyüzüne döndürülür, yerle gök arasında (1. kapı hava ve 4 kapı toprak / tanrı ve insan) arasında bağ kurulur.
·         Gözler genellikle el/avuç içine bakar, bu da aynada kendini (insanda tanrıyı) görmeyi, sembolize eder. (Aynayı tuttum yüzüme Ali göründü gözüme. Nazar eyledim özüme Ali göründü gözüme)
·         Semahta kalbe, (döşe) götürülen eller, Alevilerin bir tür selamıdır. İçten ve kalpten sevgi ve yola bağlılığı sembolize eder.
·         Bazı semahlarda eller dairenin dışından içine uzatılır. Bu Haktan, hakkıyla, helâl alıp, halkla ‘yarin yanağından gayrisini paylaşmayı’ sembolize eder.
·         Bazı semahlardaki figürlerde doğadaki canlı varlıkların (hayvanların, bitkilerin) özeliklerini, emek, sevgi, birlik v.b. çeşitli konuları sembolize eder.

“Alevilerde Semah ayakta yapılan bir ibadet biçimidir. Semah “Şems Suresi” gereğice dönülür ve eda edilir. “Sırat-ı Müstakim”de nura (güneşe) gidişin simgesi olan semah; “Makam-ı Mahmûd’a” ulaşmanında bir aracıdır. Sema’ya uçmayı betimleyen semah;başlama, ağırlama, yeldirme, ile çoşkuyla, cezbeyle, aşkla, vecdle uçar yel olurcasına ruhsal ve döngüsel olarak, Allah ile bütünleşmedir. Yine Haşr Suresi 24. Ayet’e göre; Allah’ın birliğine ermek ve evrendeki tüm varlıklarla bütünleşmek amacıyla tefekür ile semah dönülür. Semah, Hz.Muhammed’in Mirac’ını senbolize ettiğinden; semah ederken/dönerken Sercem’e (dedeye) sırt çevrilmez. Semah Dünya’nın dönüşünü, Evreni ve Güneş sistemini sembolize eder. İnsan de mikro düzeyde bir evrensel sistemdir. İradi ve bedensel özellikleriyle, bilgi ve becerisiyle “Mutlak-ı Vucüd”un bir parçası olan insan, semah ile O’nunla hemhal olur...” (İsmail Onarlı : Alevilik İslam’ın Özüdür)
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 2:32 pm

c)Namaz
Şekilsel olarak namaz, daha önce de bahsedildiği üzere Arap kavmince İslam öncesinde de uygulanan bir ibadet şeklidir. Namaz kelimesinin Türkçe karşılığı dua,niyaz v.b. anlamlara gelmektedir. Kuran-ı Kerim de şekilsel namazın bile günde kaç defa olacağı, her namaz da kaç rekat olacağı, okunacak dualar veya sözler yer almamaktadır. Kimi İslam düşünürlerince namaz sayıları Hz. Muhammed’in kimi zamanlar yaptığı gibi sabah ve akşam olmak üzere günde iki, kimilerine göre sabah ve akşam kesin olmak koşulu ile günde üç ve kimilerince günde beş vakit olarak açıklanmaktadır. Hali hazırda ikindi namazının saati konusunda farklılıklar olup Hanefi ve Şafi mezheplerinin ikindi namazları arasında yaklaşık 40 – 50 dakika fark bulunmaktadır. Ayrıca şekilsel namazların rekatlarının sayılarında dahi mezhep ve tarikatlar bazında farklılıklar bulunmaktadır.
Namaz konusunda İsmail Onarlı dan aktarma yaparsak;

Alevilerde namaz, çoğu yerde güneşe göre ayarlamışlardır. Güneşin doğuşu ve batışı ile öğlen ortalamasına göre üç öğün salât/dua seremonileri vardır. Bu dualardan sonra işe ve aşa başlarlar. Gece yarısında yine bireysel dua ibadetleri vardır. Sünniler de olduğu gibi 5 vakit, Şiilerde ki gibi 3 vakit namaz; Aleviler de yoktur. Alevilerde daha çok, cemlerde eda edilen halka namazı ve bireysel, Allah’ı anma dua (salat) faaliyetleri vardır.
Kur’an-ı Kerim’de namaza yönelik vakit ve şekil kavramları belirtilmemiştir. Kur’an’da 80 küsur yerde “secde” ve 264 yerde “dua” ibadeti faaliyeti geçmektedir ki, Aleviler de bu faaliyetleri “Niyaz” olarak yapmaktadırlar. Nisa Suresi 103. Ayet’te : “Allah’ı ayaktayken, otururken ve yan yatarken zikredin” emredilmektedir. Aleviler bu buyruk doğrultusunda cemlerde “halka namazı ve niyaz” eda ederler. Alevilerde kıble insanın cemalidir, kıyam salavat ile ayağa doğrulmadır, kıraat ise Kur’an sure ve ayetlerinin duvaz ve nefeslerle diz üstü gelinerek saz eşliğinde okunmasıdır. Rükû’ya varma, Secde’ye inme, Sücûd yere niyaz, alın koyma, çapraz el bağlama, boyun bükme gibi vücud ritüellerini; Alevi cem ibadetinin her safhasında görmek mümkündür. Bu ibadet biçimine: “Halka Namazı” denir. Ramazan ve Kurban bayram namazları yörelere göre iki-üç-beş-yedi secde halinde yapılan cem ile eda edilir.
Aleviler, Ayn-i Cem’de “Allah...Allah !” ya da “Huu...Huu... !” nidalarıyla yakarırlar ki; bu davranış biçimselliği, Araf Suresi 55. Ayeti’ne dayanmaktadır. Bu Sure de şöyle emredilmektedir: “Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin...” Bu toplu tapınma ve yakarmalar sonrasın da; canlar duazlar ve deyişler çalınıp söylenirken “için için” dua ederler ve huşu içinde sağa sola hafifçe salınırlar, ellerini dizlerinin üstüne öne doğru sürerek çekerler.
Alevilerde toplu tapınma biçimi olan Cem ibadetleri dışında, bireysel olarak da dua etme faaliyetleri vardır. Bireysel dua faaliyetleri sabah gün doğumunda başlar ve gün batımında sona erer ki; Hud Suresi 114. Ayeti gereğince yapılır. Ayrıca gecenin bir yarısında dua ve secde ibadetiyle, Allah’ı tesbih ve tevhid faaliyeti vardır.

Bir başka açıdan namazı Piri Er’den özetleyip aktarırsak;

Anadolu Aleviliği konusunda en çok tartışılan konulardan birisi de Anadolu Alevileri'nin namaz kılıp kılmadıklarıdır. Bir görüşe göre Anadolu Alevileri de diğer Müslümanlar gibi camiye gitmekte ve İslam akidelerine uygun olarak namaz kılmaktadırlar, diğer Müslümanlardan hiçbir farkları yoktur. Bu konudaki diğer bir görüş, Anadolu Alevilerinin camiye gitmemelerini, Hz.Ali'nin camide öldürülmüş olması ya da Muaviye döneminde cami minberlerinde Hz.Ali ve Ehl-i Beyt'e kötü sözler söylenmiş olması ve benzeri gerekçelerle, Anadolu Alevisinin Oniki İmam ve Ehl-i Beyt'in adını bilmeyen cami hocasının arkasında namaz kılmayıp, Hz.Muhammet'in yaptığı gibi, ibadetini kendi evinde gizlice yaptığı yolundadır. Bir görüşe göre ise Anadolu Alevilerinin kıldığı namaz, ibadet sistemleri olan cemlerde, cemal cemale kılınan "Halka Namazı"ndan ibarettir. Anadolu Alevisi'nin ibadet biçimi cemler ve cemlerde kılınan Halka Namazı'dır. Cemler içerisinde yer alan ve Anadolu Aleviliğinin özünü oluşturan, kadınla birlikte ibadet, müzik (deyiş, düvaz), semah, kurban, bazı yörelerde şarap (Kuran-ı Kerim de cennette kadehlere şarap doldurulacağı yer almaktadır. Örneğin : Nebe Suresi-34) içilmesi vb. unsurlar ile yürütülen oniki hizmetin niteliği, cami mekanı içerisinde gerçekleştirilmeye uygun değildir (İbadet yeri olan camide Cem’in yapılması durumunda ne yazık ki bilinçsizce sünni kesimce tepkiler olacaktır. Normalde cami ibadet yapılan yerdir) .Alevilerin camiye gitmemesi ve namaz kılmamasının altında yatan gerçek neden de budur.
Anadolu Alevilerine göre beş vakit namaz Peygamber döneminde olmayıp, Abbasiler döneminde ortaya çıkmıştır. Kur'an-ı Kerim'de yer alan "Güneşin kaymasından / aşağı sarkmasından, gecenin kararmasına kadar namazı kıl. Sabah Kur'an'ını da gözet, çünkü sabah okunan Kur'an tanıklarca izlenmektedir." (İSRA-78) "Sana özgü bir ibadet olarak, gecenin bir kısmında, o Kur'an'la meşgul olmak üzere uyanık ol / uykundan uyan. Böylece Rabbinin seni övülmüş bir makama/Makam-ı Mahmud'a ulaştırması umulur." (İSRA-79)"Gündüzü geçim için çalışma zamanı yaptık." (NEBE-11) gibi Ayetler kaynak gösterilerek Peygamberin ibadetini gece yaptığı ve beş vakit namazın Hz.Muhammet döneminde olmadığı düşüncesi ile beş vakit namaz kılınmamaktadır.
Anadolu Alevi-Bektaşi inanç sisteminde namaz değil niyaz esastır. Fiziki anlamda bir Pir'in dizleri, göğsü veya yeni'ni öpmek, ya da Hz. Muhammet, Hz.Ali, Oniki İmamlar'dan biri veya bir İnanç Ulusu'nun adı anıldığında, sağ el başparmağının dudağa değdirildikten sonra alın ya da göze değdirilmesi veya elin göğüse sonra dudağa götürülmesi suretiyle gerçekleştirilen niyaz, manevi anlamda başta Allah, Muhammet, Ali olmak üzere din ulularına yapılan duayı yani Hakk'a teslim olmayı ifade eder.
İnanç özelliklerini kaybetmiş kişi ya da gruplarda Sünni Müslümanlarca kılındığı anlamda namaz bulunmakla beraber, Anadolu Aleviliği için asıl namaz, ibadet biçimleri olan cemlerde kılınan ve oturuş biçiminden dolayı "Halka Namazı" adını alan namazdır. Halka Namazı gerek biçim, gerekse içerik bakımından Sünni Müslümanlıktaki namazdan temel noktalarda ayrılmaktadır.
Şimdi Anadolu Aleviliğindeki "abdest" ve "namaz" kavramlarına biçim ve içerik yönünden bir göz atalım. Anadolu Aleviliğinde Halka Namazı için ön şartlardan biri "abdest" almaktır. Ceme katılacak her kişi önceden kendi vücut temizliğini yapmak zorundadır. Yapılan bu temizlik abdest almayla özdeştir. Bu temizlenmede ayağını yıkarken "ayaklarımla kötü yola gitmeyeceğim" diye niyet eden kişi, ellerini yıkarken "elini harama uzatmayacağına", ağzını yıkarken "dili ile kötü söz söylemeyeceğine", yüzünü yıkarken "kimseye kötü gözle bakıp, yüz kızartıcı bir suç işlemeyeceğine" niyet eder.
Anadolu Alevisinin ibadet biçimi olan cemlerde ise oniki hizmet sahibinden biri olan "ibrikçi" nin döktüğü su ile ellerinin sadece parmaklarını yıkama şeklinde gerçekleşen sembolik anlamda abdest alınmaktadır ki, bu abdest tutulan niyetlerin toplum huzurunda teyid edilmesi anlamını ifade eder. Alınan bu abdestte amaç ahlaksal arınma ve iç temizliğinin sağlanmasıdır.
Her Alevi-Bektaşi senede bir, dede ve köy halkının katılımı ile gerçekleşen "Baş Okutma" cem töreni ile toplumdan rızalık alıp, "yol'un" yasakladığı suçları işlemeyeceğini toplum ve dede huzurunda teyid eder. Talibin "yunması", "yıkanması" ve "manen temizlenip arınması" anlamına gelen bu abdeste AnadoluAlevi - Bektaşiliğinde "Yıl Abdesti" adı verilir. Yıl Abdesti; Sünni inanç mensuplarında olduğu gibi tuvalete çıkmak, eşiyle birlikte olmak gibi durumlarda bozulmamakta, ancak abdest alınırken tutulan niyetlerden birinde zaafa uğrayarak (zina, hırsızlık, adam öldürme vb.) inancın yasakladığı suçlardan birini işlemesi durumunda, inanç mensubunun "düşkün" ilan edilerek cezalandırılması sureti ile bozulmaktadır. Fiziki temizlik Halka Namazı için esas olmakla birlikte cemlerde alınan abdestte fiziki bir temizlenmeden çok, manevi anlamda bir arınma ve iç temizliğinin gerçekleştirilmesinin amaçlandığı görülmektedir. İnanç özelliğini koruyan gruplarda Sünni Müslümanlarda olduğu şekliyle namaz yoktur. Anadolu Alevileri için asıl namaz cemlerde kılınan ve oturuş biçiminden dolayı Halka Namazı adını alan namazdır ki bu namazda cemde bulunan her can karşısındakinin kıblesini oluşturur.
Buraya kadar ortaya koyduğumuz bilgilerden de anlaşılacağı gibi, Anadolu Aleviliğinde Sünni Müslümanların kıldığı namaz - inanç özelliklerini kaybetmiş kişi ya da gruplar hariç- yoktur. Alevilerin de Sünni Müslümanlar gibi abdest alıp namaz kıldığı yolundaki görüşler, Alevileri asimile etme çabasından kaynaklanan, gerçekleri yansıtmaktan uzak, belirli politikaların ürünü olarak ortaya konulmuş görüşlerdir. Camiye gidip namaz kılan Alevi inancı mensupları
Türkiye genelindeki Alevi nüfusun çok küçük bir bölümünü oluşturduğundan, bu kişi ve grupların genel anlamda Alevi inancını temsil ettiklerini söylemek mümkün değildir.

d) Oruç
Türk-Anadolu Aleviliğinde üç tip oruç vardır. Bu türlerin açıklamasını İsmail Onarlı dan aktarırsak:

a. Hızır Orucu: Aleviler Şubat ayının ikinci haftası son günü Perşenbe’ye gelecek tarz da 3 gün Hızır orucu tutarlar ve sonunda da cem düzenlerler. Oniki çeşitli Pohut Helvası yapılarak son günü kutsal yerlerde lokma olarak dağıtılır. Ya da Cemevinde yenir. Bazı yörelerde Hızır Orucu; yine şubat ayının ikinci haftası perşembe gününden başlanarak, üçüncü hafta perşembe gününe kadar 7 gün tutulur, Hızır kurbanı tığlanarak Cem yapılır. Hızır orucu; Kehf Suresi 60,72; Al-i İmran Suresi 41 ve Bakara Suresi 203. Ayetleri gereğince 3 gün olarak tutulmaktadır. “Oruç tutmak, sadece yemekten içmekten kesilmek değil, nefsin isteklerinden uzaklaşmaktır.” Bu nedenle, Aleviler; Hz. Adem’den Hz Muhammed’e değin tüm peygamberleri İslam kabul etmişler, Onların tebliğ ettikleri Vahy’leri farz telakki ederek yerine getirmişlerdir. Hızır Orucu’da böylesi bir ibadettir.
b. Muharrem Orucu: Muharrem ayı, Arap toplumunda takvimin ilk ayıdır. Yılbaşı olmasından dolayı Muharrem ilk günleri kutsal sayılmıştır. Bakara Suresi 183. Ayet’inde belirtildiği gibi önceki topluluklara da oruç farz kılınmıştır. .Muhammed’in de Muharrem’de oruç tuttuğunu İslami kaynaklardan bilmekteyiz. Fecr Suresi 1.- 5. Ayet’te “Muharrem ayı”nın ilk on gecesini işaret ederek ve “on peygambere” izafeten, “on geceye yeminle başlar”ki kutsiyeti ifade etmektedir. Kur’an’ın Fecr Suresi’ne dayanarak Aleviler “On Gün Muharrem Orucu” tutarlar. Muharrem’in 10’unda da Hz.Hüseyin şehid edildiği için, ilave olarak 2 günde “Matem-i Muharrem denilen yas Orucu” tutarlar. Aleviler esas olarak muharrem de 12 gün oruç tutmaktadırlar. Bazı yörelerde ise, 15 gün olarak oruç tutulmaktadırlar ki bu durum farz değildir. Kur’an’da Muharrem orucu 10 gün olarak farz kılınmıştır.
c. Ramazan Orucu: Hz.Ali ramazan ayında şehid edildiği ve Muaviye’nin de bayram yaptığı için Alevilerin büyük çoğunluğu ramazan da oruç tutmamaktadırlar. Buna karşın Hz.Ali’nin şahadetinden dolayı 9 gün oruç tutanlarda vardır. Ramazan ayının 20’sinden sonra, Kur’an-ı Kerim nüzul ettiği için bazı Aleviler 9 gün bazıları ise, Kadir gecesi ile birlikte olmak kaydıyla 3 gün oruç tutmaktadırlar. Görüştüğüm Alevi dedelerinin tümü ramazan ayında 29 veya 30 gün oruç olmadığında hemfikirler. Ramazan’ın 3 veya 9 gün tutulacağına ilişkin ise dedeler farklı farklı görüş ileri sürmekteler. Dedelerin çoğunluğu ise, Kadir Suresi ve Bakara Suresi 185.nci Ayet buyruğunca 3 gün oruçun tutulabilineceğini söylemektedirler. Ramazan da 3 gün oruç sonrası, ramazan bayramında yörelere göre iki-üç-yedi secde/tevhid halkasıyla cem eda edilmektedir.

Her ne kadar İsmail Onarlı dan aktarılan bu bilgiler genel hatları ile doğru olsa da bazı eklemeler yapmakta yarar var. Arap kavmi geleneklerinde oruç Hz. İbrahim den beri uygulanmakta olan bir ibadet şeklidir. Her ırk, kavim ve tek/çok tanrılı dinlerde farklı şekillerde oruç ibadeti yer almaktadır. Oruç ile insanın nefsine hakim olmak, insanın kendini ve nefsini cezalandırması, kişi veya olayı anması v.b. bir çok nedenle dinde ve toplumlarda oruç bulunmaktadır. Muharem ayında tutulan oruç ve Aşure günü uygulaması İslam öncesinde de Arap kavmi tarafından yapılan uygulamalardır. 10 Muharrem de özelikle oruç tutulmakta ve ardından aşure yapılmaktadır. Kaderin cilvesi ki İslam dinini dünyaya getirmekte aracı olan peygamberin soyu, Ehl-i Beyt yine bir başka 10 Muharrem de katledilmiştir. Bir başka husus da ramazan orucudur, bu oruç yine Muharrem orucunda olduğu gibi İslam öncesi Arap kavmi geleneklerinde, uygulamalarında ve ibadetlerinde yer almaktadır. Hicretin üçüncü (625 de yılının ramazanında) yılında –yaklaşık Bakara suresinin (Bakara = Sığır) indiği döneme gelmekte) oruç Ramazan ayına alınmıştır.
Daha öncede belirtildiği üzere Arap kavmince, gerek astroloji ve gerekse matematik bilimleri konusunda ki zayıflığı nedeni ile Güneş takvimi yerine Ay-Kamer takvimi kullanılmaktadır. Ancak merkezde yer alan güneşin etrafında dönen dünyanın gün hesabının, dünya etrafında dönen uydusu ayın baz alınarak zaman hesapları yapmak bilimdışıdır diyebiliriz. Olan olayların, doğumların, ölümlerin tarihlerinin gün, ay ve en önemlisi mevsimsel değişikliğe uğruyor olması yanlışlık olmaktadır.Bunun da nedeni Ay-Kamer takviminin kullanılması, ayın hareketlerine, şekline göre tarih hesabı yapılması ve ayın dünya etrafındaki dönüş süresinin dünyanın güneş etrafındaki dönüş süresinden farklı olmasıdır.
Bu bağlamda hicri takvime göre 10 Muharrem  61 de miladi takvime göre ise 10 Ekim 680 de meydana gelen Kerbela vahşetinden ortaya çıkan yas orucunun 10 Ekim tarihlerinde tutulması yerinde olacaktır.Muharrem orucunun 1 Ekimde başlayıp 10 gün hesabından 10 Ekim de, 12 gün hesabından ise 12 Ekimde tamamlanması uygundur.
Ramazan orucu da Hicri 3. yılda ramazan ayına alınmış olup miladi olarak ilk kez 15 Şubat 625 tarihinde tutulmaya başlanılmıştır.
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 2:32 pm

 e) Hac
Türk-Anadolu Aleviliğinde İsmail Onarlı dan aktarma yaparsak üç tip hac vardır:
Alevilerde hac farizesi üç şekilde eda edilir:
a. Zengin Aleviler Kabe’ye giderek ve dönüşte de Kerbela da Hz.Hüseyin’in türbesini ziyaret ederek hacı olurlar.
b. Orta halli Aleviler, Hâce Bektâş Veli’in türbesini ve Pirevi’niziyaret ederek ve bir kurban tığlayarak hacı olurlar.
c. Fakir Aleviler diğerleri ile toplu halde Görgü Ceminde Tarık’tan geçerek hacı olurlar. Genellikle bütün Aleviler bu yöntemi kabul etmektedirler.
 
Daha önce de bahsedildiği üzere Hac olayı da İslam öncesinde Arap kavminde uygulanan bir ibadet şeklidir. Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail den geldiklerini kabul eden Arap kavmince, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in birlikte yaptığı ve Mekke de bulunan Kabe her yıl ziyaret edilip, Hz. İbrahim’in oğlunun yerine koç kesmesini tasvir ederek kurban kesildiği bir bir ibadet şeklidir. Arap kavmince uygulanan bütün şekilsen ve dinsel ibadet biçimleri Kuran-ı Kerim de yer almaktadır.
Son yarım yüz yıl içinde Türk-Anadolu Alevi kesiminde Kurban bayramı ibadet-geleneği devam etmekle birlikte Mekke ye gidilerek Kabe’nin ziyaret edilmesi gibi bir ibadet yapılmamaktadır. Ancak Türk-Anadolu Aleviliği inancının içerisinde oldukça önemli yer edinmiş olan ve son yıllarda Sünni kesimce de uygulanan ocak veya ziyaretlere gidilerek kurban kesilmesi devam etmektedir. Sünni kesimce sadece Türk-Anadolu Alevi merkezlerine, ocaklarına veya ziyaretlerine gidilmemekte yanı sıra çeşitli türbe v.b. yerlerde bir yakarış, dileyiş ve umut yeri olmuştur.
 
f) Musahiplik
Musahipliğin temeli dayanışma ve paylaşmaya dayanır. Musahiplik Türk-Anadolu Aleviliği inancının en önemli kurumlarından biridir. Musahiplik arkadaşlık ötesi bir birliktelik, dostluk ve kan bağı olmayan bir kardeşliktir.
Musahipler arasında ayrı gayrı bulunmaz. Bir kişi musahibinin evine istediği zaman gider. Babailerin deyimiyle "musahipler yarin al yanağından gayrı her şeyde ve yerde ortaklardır". Yine meşhur bir Türk-Anadolu Alevi deyimiyle "musahip musahibini ateşten alandır". Musahiplik zordur, zor olduğu kadar da şereflidir. Musahiplik günümüzdeki anlamıyla "sigorta"dır.
Türk-Anadolu Aleviliği inancına göre Musahipliğin tarihçesi şu şekilde açıklanmaktadır;
 
Hz. Muhammed’in hicretinin birinci yılında Müslümanların sayısının çoğalmasıyla geliştirdiği bir birlikteliktir. Musahiplik Kuran-ıi Kerim’in şu ayetleriyle açıklanmıştır:
Enfal suresi ayet 72-73, "Onlar ki inanıp hicret ettiler ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda savaştılar ve onlar ki (hicret edenleri) barındırıp yardımda bulundular, işte bunlar, birbirilerinin dostu ve yarıdırlar .
İnkâr edip küfre sapanlar ise birbirilerinin yarıdırlar. Eğer böyle yapmaz (birbirinize dost ve yakın olmaz) sanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat meydana gelir".
Bu ayetlerle Hz. Muhammed hicret edenleri ve hicret edenleri kabul edenleri birbirine kardeş yaptı. Aleviler bu doğrultuda bunu geliştirdiler.
 
Musahiplik bazılarının belirttiği gibi tarihte kalan bir kurum değildir. Musahipliğe insanların günümüzde daha çok ihtiyaçları vardır. Çünkü insanlar tarihte olduğu gibi günümüzde de düşünsel ve yaşamsal sorunlarla boğuşmaktalar. İşte bu boğuşmayı kazanmak için insanların musahiplere ihtiyacı vardır. Beraberliğe, kardeşliğe, paylaşmaya ihtiyacı vardır.
 
g) Kırklar
Kırklarla ilgili farklı anlatımlar var. Ama bu zamanı, mekânı farklı anlatımların hemen hemen hepsinin özü aynıdır. Bu ortak öze göre Kırklar;
 
Bir gün Hz. Muhammed, Medine’de yaptırdığı ibadethanenin bitişiğindeki toplantı yerine gelir ve kapıya vurur, içeride Kırklar toplantı halindedirler. Yalnızca bir iş için dışarıda bulunan Salman-i Farisi orada yoktur. Hz. Muhammed’e kapıyı açmadan kim olduğunu sorarlar. Peygamber olduğunu söyleyince, "bizim içimizde peygamberin yeri yok" diyerek kapıyı açmazlar. Hz. Muhammed üzülerek geri döner. Yolda, kulağına Tanrıdan bir ses gelir. Bu sese uyarak tekrar kapıyı çalar. Kim o dendiğinde "kavmin seyyidi, yoksulların hizmetçisiyim" karşılığını verir ve kapı açılır. İçerdekilere kimler olduğunu sorar. Onlarda "biz Kırklarız, toplandık, konuşuyoruz" derler. Hz. Muhammed, "siz kırk değil, otuz dokuz kişisiniz" deyince, onlarda "biz kırk kişiyiz, kırkımızda bir kişiyiz" karşılığını verirler. Hz. Muhammed kararsızlık geçirince Hz. Ali koluna bir kesik atar, otuz dokuz kişinin kolundan yere birer damla kan akar. Bu kan damlalarının ortasına bir damla kan da çatıdan düşer. Bu, dışarıda görevli olarak bulunan Salmani Farisi’nin kanıdır. Sonra Hz. Ali kolunu sarar ve kanı durur. Bundan sonra Salmani Farisi elinde bir üzüm tanesiyle içeri girer ve Hz. Muhammed’e; "al bunu pay* et" der. Hz. Muhammed’de üzüm tanesini ezer ve suyunu kırk kişiye pay eder. Üzüm suyundan içen kırk kişi kendilerinden geçerek ayağa kalkıp dönmeye başlarlar. Hz. Muhammed’de onlara eşlik eder. Bir ara Hz. Muhammed’in takkesi yere düşer. Bunu alıp kırka bölerler ve kuşak yapıp bellerine sararlar.
Ek: * Ey yoksulların hizmetçisi al bunu bizlere paylaştır.
İnanca göre diğer insanlardan farklı ama kim oldukları bilinmeyen Allah dostu erenler vardır. Bunlara "Gayb Erenler" de deniliyor. Kırklarında kim oldukları bilinmiyor. Ama Cem ibadetine kaynaklık ettiği de bir gerçek.
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 2:34 pm

TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİNİN BEKÇİLERİ DEDELER
Dedelik Kurumu Alevileri örgütleyen, eğitip aydınlatan, yol gösteren ve denetleyen bir kurumdur. Kendi içinde yukarıdan aşağıya doğru, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı hiyerarşik bir örgütlülüğe sahiptir. Her dede, hem dededir aynı zamanda hem de Piri Rehberi ve Mürşidi olan bir taliptir.Dede Alevilerin inançsal önderidir.
Bugün genel olarak dedelik üç farklı dinsel gruba bağlıdırlar:
Ocakzade Dedeler
Çelebiler
Dedebabalar
Bu üç grupdan Anadolu’da en fazla etkinliğe ve nüfuza sahip olan Ocakzade Dedeler’dir. Daha sonra Çelebiler gelir. Dedebabaların ise Anadolu’da nüfuzları zayıftır, Balkanlar’da daha etkindirler.
Ocakzade dedelik ile Çelebi dedeleri ayıran en büyük fark, Çelebi dedelerin Bektaşi tarikatına-dergahına bağlı olması, oradan icazet alması, nesil devamına değil, bilgi ve görgü nedeni ile atanmalarıdır. Ocakzade dedeler de ise temel nokta dedeliğin babadan oğla geçmesidir. Çelebi dedelerin felsefe ve dini bilgilerinin daha fazla olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çelebilere bağlı dergah ve ocaklarda ki yazma ve kitapların sayıca fazlalığı da bunun basit bir göstergesidir. Bu açıklama Ocakzade dedeleri yermek, aşağılamak veya yok saymak adına değildir. Anadolu’nun birçok bölgesinde egemen olan dedeler Ocakzade dedeler olup, onların sayesinde bir çok görgü yok olmadan bu zamana gelmiştir.
Ocakzade dedeleri kısaca açıklamak gerekirse, dede kavram olarak büyük, ata demektir. Dede’nin başka bir ismi ise Seyyid’dir. Bunun anlamı dedenin soy olarak On İki İmamlar dolayısıyla Hz. Ali, Hz. Muhammed soyundan gelmeleridir. Yani "Evladı Resul"’dür. Dedelik önderliktir. Toplumun bütün sorunlarına çözüm bulandır dede. Bu sebepten dede olmak için belli bir eğitim almış olmak gerekir. Yani bir dedenin beş oğlu olduğunu düşünün. Bu beş oğlun içinde dedeliği ancak yeterli derecede ikrar sahibi, ilim, irfan ve yetkinlik sahibi olan alır. Dedelik salt bir kişi değil, bir kurumdur. Dede toplumdan (taliplerinden) sorumludur. Onların yaşamsal, düşünsel bütün sorunlarını paylaşsan yol gösterendir.
Türk-Anadolu Aleviliğinde önemli bir yeri olan ocak ve dedelik kurumları konusunda detaylı çalışmalar yapmış olan Ali YAMAN dan konunun daha iyi anlaşılması ve daha kesin bilgilere ulaşılması için aktarmalar yapmak yerinde olacaktır.

DEDELİK KURUMU
Alevi Ocaklarında Dedelik Kurumu üçlü bir hiyerarşiye dayanır: 1-Mürşid, 2-Pir, 3-Rehber. Kimi yörelerde bu hiyerarşi Pir ve Mürşid’in yer değiştirmesi şeklinde uygulanmaktadır. Yani şu şekildedir: 1-Pir, 2-Mürşid, 3-Rehber Şüphesiz bu üçü de dedesoylu olan kişi için varolan bu sıralama işlevseldir. Birbirlerini tamamlarlar, biri olmaksızın diğeri anlamsızlaşır. Tümü de ocakzade olan yani dedesoylu olan dede aileleri bu görevleri paylaşmışlardır. Görev paylaşımı daha çok aynı ocak ve yakın akraba Dede aileleri arasında gerçekleşmektedir. Bazı yerlerde bu hiyerarşik görevlendirmeyi çeşitli Ocaklardan Dedeler toplanarak bir seçim şeklinde yapıyorlarmış. Ancak genel uygulama seçim şeklinde olmamaktadır. Kızılbaş Alevi dedelerini genel olarak üç kategoriye ayırabiliriz:

1-Bağımsız ocakzade dedeler: Daha çok Erzincan, Malatya, Elazığ, Tunceli, Erzurum yörelerinde bulunan bağımsız ocakzade dedeler Hacı Bektaş Veli’yi pir ve serçeşme kabul etmekle birlikte, Hacı Bektaş’ın postunda oturan ve onu temsil ettiğine inanılan Çelebilerden icazetname (hüccet veya izin) almaksızın taliplerinin hizmetlerini görürlerdi. Bu durum hem ulaşım ve iletişim olanaklarına dayandırılabileceği gibi, hem de Osmanlıların Safevilerle olan siyasal mücadelesinin bir sonucu olarak görülebilir. Çünkü Kızılbaş-Alevi Ocaklarının Şah İsmail Hatayi’ye ve hareketine olan sevgisi tartışılmazdır. Bunun nişaneleri deyişlere adeta işlenmiştir. Osmanlı bu kitlelere karşı düşmanca bir tavır takındı ve bu tavrını psikolojik araçlarla desteklemesi sonucunda da ortaya “mum söndü iftiraları” çıktı. Osmanlı’nın Bektaşi Dergahları ile Kızılbaş Alevi Ocakları’na yönelik farklı bakış bu durumdan kaynaklanmaktadır düşüncesindeyiz. Böylece Kızılbaş Alevi Ocakları ve onlara bağlı kitleler, Bektaşi Dergahlarından farklı olarak, içlerine kapanmışlar, sosyo-ekonomik gereksinimlerini karşılayabilecek bir düzeni bu yüzyılın başına kadar sürdürmüşlerdir. Bu düzende Ocak sistemi ve Dedelik kurumu büyük rollere sahiptir. Kırda varolan sosyal yapılanma Ocak sistemi ile oldukça uyumlu çalışmış ve zaten bu yapılanma gereği Ocaklar ve onu temsil eden Dedeler oldukça inisiyatif sahibi, güçlü konumda olmuşlardır. Orta Anadolu’da bulunan bazı Ocakların aksine sözünü ettiğimiz yörelerdeki Ocaklar, Hacı Bektaş Çelebisinden izin almaksızın talipleri görmeyi sürdürmüştür. Bu nedenle biz bu Ocakzade dedeleri “bağımsız” olarak nitelendiriyoruz. Osmanlı-Safevi mücadelesini Safevilerin kaybetmesi sonucunda zaman içerisinde Safevilerin Ocaklar üzerindeki nüfuzunu da azalması ve Hacı Bektaş Dergahı’nın Anadolu’daki Kızılbaş Ocakları ile ilişkilerinde ilerlemeye neden olduğu ve Hacı Bektaş Dergahı’nın merkezi bir konum kazandığı da ileri sürülebilir. Şöyle ki bu süreç sonucunda kimi ocaklar Cemlerdeki uygulamalarda dahi değişikliklere gittiler. Bazı Ocaklar tarîk, erkân, evliya olarak adlandırılan ağaç asa ile cem yapmayı bırakıp, Çelebiler gibi pençe ile cem görmeye başladılar. (Yaman 1996: 60-61) Bu ayrılık bazı dedeler arasında büyük mücadelelere hatta aşiretler arası çatışmalara yol açtı. (Dersimi: 1997: 121) Alan çalışmalarım sırasında bugün bile bu iki farklı ekole mensup Dedeler arasında sert tartışmalar yaşandığını gördüm. Bu konunun Dedeler bakımından ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

2-Hacı Bektaş Çelebilerine bağlı dedeler/babalar: İkinci grup dedeler ise belli aralıklarla -genellikle yılda bir- Hacı Bektaş Veli postunda oturan Çelebilerden onay almak ve dergaha parasal veya ayni bir ödemede bulunmak suretiyle dedelik/babalık hizmetlerini yerine getirebilirlerdi. Bu hizmet de genellikle babadan oğula geçmekle birlikte, Ocakzade dedelerde olduğu gibi Evladı Resul olmak koşulu aranmıyordu. Özellikle Orta Anadolu bölgesi’nde Amasya, Tokat, Yozgat, Çorum gibi illerde bu tip dede aileleri bulunmaktadır.

3-Ocakzade dedelerce görevlendirilen dikme dedeler/babalar: Dikme dedeler/babalar ise Ocakzade dedelerce görevlendirilirler ve tanınmış bir ocağa mensup değillerdir, ancak ocakzade dedenin yokluğunda taliplerin hizmetlerini görürler. Bazı bölgelerde dikme dedelere mürebbi de denir. Dikme dede, taliplerin şikayeti ve onu atayan dedenin isteği üzerine görevden alınabilirdi. Ancak bu uygulamada o kadar da kolay değildi. Dikme dedelik uygulaması da koşulların doğal bir sonucu olarak görülebilir. Uzakta bulunan taliplerini sık sık ziyaret edemeyen dedeler taliplerin dedelik hizmetleri yokluğunda da sürsün diye bu çözümü bulmuşlardır. Büyük ölçüde Ocakzade dedelerle taliplerin arasındaki coğrafi uzaklıktan kaynaklanan bu uygulama, uzun vadede ocakzade dede-dikme dede ve ocakzade dede-talip ilişkilerinde zayıflamaya ve kopmaya yol açmış ve sonuçta yeni ocakların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bazı bölgelerde, bu dikme dede aileleri zamanla oldukça etkili bir hale gelmişlerdir.
Genel olarak ifade edersek Aleviler-Bektaşiler Ocaklar ve Dergahlar olarak ikili bir yapılanmaya bağlıdırlar. Ocakları Dede aileleri oluşturur. Alevi köylerinde cemaatin lideri dedelerdir. Böylece Dedeler sosyal hiyerarşinin en üst noktasında bulunurlar. Yüzyıllar boyunca Dedelerin sahip oldukları yetkiler ve yaptırım güçleri cemaatin sosyal düzenini sağlayan çok etkili bir güç olmuştur. Bu şekilde farklı bölgelerde yaşayan Alevi topluluklar, aynı gücün yani dedelerin sıkı kontrolü altında yaşamışlardır. Yüzyıllarca işlemiş bu sistem çerçevesinde “...Cemaat sıkı bir disiplin bulunmakta, kaideler ve müeyyidelere göre hareket etmektedir..”(Eröz 1977: 106) Alevi Dedeleri, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde bulunan “Ocak”lara bağlıdırlar. Bundan dolayı kendilerine Ocakzade de denilir. Ocakzade dedelerin Peygamber soyundan geldikleri yani evlad-ı resul oldukları kabul edilir ve bu nedenle “seyyid” adı ile de anılırlar. Dede ailelerinde bu durumu kanıtlamak üzere belli dergahların (Örneğin Kerbela’daki Dergah) ve Nakibül Eşrafların onaylarını taşıyan belgeler yani şecereler bulunur. Dedelerin peygamber soyundan gelip gelmedikleri konusu ve yine aynı bağlamda şecerelerin doğruluk meselesi konuları çok tartışmalı konulardır ancak biz burada bu konuya değinmeyeceğiz. Dedelerin çoğu “gezici”dirler, bir başka deyişle belli zamanlarda kendilerine bağlı yerlerdeki taliplerini ziyaret ederek, dinsel törenler düzenler, topluluğu bilgilendirir ve anlaşmazlıkları giderirler. Dedeler bazı yörelerde yanlarına yöreyi iyi bilen ve kendilerine yardımcı olan bir kişiyi de yanlarına alabilirler ki bu kişi ye “kamber” adı verilir. Dede kamberi ile veya yalnız ziyaretleri daha çok hasat mevsiminin dışında gerçekleştirir. Bu şekilde ibadetler sosyal koşullara uyumlu hale getirilmiş olmaktadır. Eğer dede Cem yapılacak köye Cuma akşamı yani Perşembeyi Cuma’ya bağlayan günden önce varmışsa, o güne kadar büyük bir ilgi ve ikramla karşılanır. Köylüler onun kaldığı eve gelerek hal ve hatırını sorarlar. Onu konuk etmekte adeta yarışırlar. G. E. White gibi yabancı araştırmacılar da gösterilen bu büyük ihtimama dikkat çekmişlerdir. (White 1913: 696) Bu arada o köyden olan ve cemde genellikle rehber olarak hizmet eden bir kişi Dede’yi köydeki gelişmelerle ilgili bilgilendirir. Varsa talipler arasındaki anlaşmazlıklara, düşkünlere, musahip olacaklara, evleneceklere veya Hakka yürüyenlere ilişkin konularda dedeyi bilgilendirir. Düşkünlerle ilgili konu cemden önce çözülmezse bu kişiler Cem ibadetine kesinlikle giremezler ve kurban lokması yiyemezler. Düşkünlere ilişkin konular çözülebilecek gibiyse cemden önce veya cem sırasında çözülebilir. Bir Alevi talip için hayatta en büyük ceza ve küçümsenme bu en önemli ibadetten dışlanmaktır. Dede kendisi cezalandırmayıp düşkünü mürşidine yollayabilir veya bu konuda mürşidine danışabilir. Hatta düşkünün Hacı Bektaş’a veya Düşkün Ocağı’na gitmesine karar verebilir. Çözülmesi olanaksızsa o kişi kesinlikle ceme giremez, kurban lokması yiyemez. Varsa davarı, malı köylünün davarı ve malından ayrılır. Adeta topluluk dışına itilir. Bu durum cezası sona erene kadar sürer. Bu şekilde 7 yıl ceme alınmayanlar, hatta köylerini aileleriyle terk ederek başka yerlere yerleşenler çoktur. Ocakzade dedeler arasında “El ele, el Hakka” şeklinde de ifade edilebilen, “Mürşid-Pir-Rehber” şeklinde bir görev bölümüne gidildiği de bilinmektedir. Taliplerin hizmetlerini görmek üzere ocak mensubu dedeler böyle bir iç hiyerarşik düzen oluşturmuşlardır. Burada Mürşid en üst başvuru makamıdır. Rehber Pir’e, Pir Mürşid’e bağlıdır. Mürşid de davranış ve kararlarında bağımlıdır. Bu hem manevi anlamda “Yol”a bağlılık, hem de Buyruklar gibi yazılı kutsal metinlere bağlılık şeklinde ortaya çıkar. Talipler Dedeler tarafından denetlenirken, dedelerde bağlı oldukları dedelerce kontrol altındadırlar. Bunu “El ele, el Hakka” şeklinde ifade edilen bir sistem çözmektedir. Örneğin görüştüğüm bir İmam Rıza Ocağı’ndan bir Dede bunu şu şekilde ifade etmiştir: “...Birbirimize kelle kesip, El ele, el Hakka olmuşuz...” Bu sistem çerçevesinde ifade edilen “Yol cümleden Uludur.”, “Gönül kalsın Yol kalmasın.”, “Eri erden seçen kördür.” deyimleri Aleviler arasında sık sık anılan temel düsturlardandır. Özetle her Ocağın ve Dedenin aslında Yol içinde bir olduğunu, önemli olanın “Muhammed Ali’nin Yolu”nun devam etmesi olduğu ifade etmektedir. Ocaklar ve dolayısıyla dedeler bu sistem çerçevesinde birbirlerine bağlıdırlar.
Aleviler arasında Dedesoylu’ların oranı konusunda somut bir veriye sahip değiliz. Şunu da belirtmek gerekir ki dedesoylu olmakla Dedelik hizmetlerini yerine getirebilmek, yani posta oturabilmek, cem cemaat görebilmek birbirinden farklıdır. Dedesoylu aileler arasında Dedelik hizmeti görmeyenler de bulunurdu. Görüştüğüm Dedesoylu kişilerin bir bölümü bu tür Dede ailelerine mensup Dedelerdi. Dede olarak biliniyorlar, taliplerden gerekli saygıyı görüyorlar, ancak Cem yürütmüyorlar, talip görmüyorlardı. Ayrıca Dede’nin çocuklarının tümü dedelik yapamaz genellikle çocuklarından biri Dedelerin deyimiyle “hakkından gelen”, babasından sonra onun yerine geçerek Dede olur talipleri ziyaret ederdi. Bazı dedesoylular zaten bunu dile getirerek “Bizim yolumuz kıldan ince kılıçtan keskindir. Hele Dedelik ateşten bir gömlek. Biz buna layık vasıflara sahip değiliz. O nedenle atamız, dedemiz yaptı ama biz yapamayız.” şeklinde görüş belirtiyorlar. Alan çalışmalarım sırasında dedelerin köylerindeki dedesoylu oranına ilişkin veriler de edinmeme karşın henüz bunları değerlendirmediğim için bu konuda bir şey söylemek için henüz erken diye düşünüyorum.
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 2:36 pm

OCAK SİSTEMİ
Ocak, Anadolu halk inançlarında büyük yer tutar. Bunun eski geleneklerle bağlantılı olduğuna dair birçok araştırmacı görüş belirtmiştir. ( Örn. Bk.: İnan 1995: 66-71) Ocak kültü, ateş kültü ile birlikte değerlendirilir. (Er 1998: 83-91) Ocak, sözcüğü eski metinlerde (İnan 1987: 638) ve daha sonraları “soy ve sülale” anlamında da kullanılagelmiştir. Bizim burada ele aldığımız ve “Ocak” olarak nitelendirilen terimle anlatılmak istenen Alevilerde dinsel hizmetleri gören Dedelerin aileleridir. Her Dede ailesi bir Ocağa dahildir. Onun temsil ettiği değerlere büyük kutsallık ve manevi güç atfedilir. Aleviler arasında da ocaklara karşı büyük bir saygı vardır. Ocaklarla ilgili olağanüstü birçok kerametlerin sözkonusu olduğu olay (menkıbe) dilden dile aktarılır. (A. Yaman 1998b: 91-100) Ocaklar yani dede ailelerine mensup olmak bazı özel ayrıcalıkları da beraberinde getirmiştir. Öyle ki Dedeler arasında yaptığım araştırmalarda Dersim yöresinde aşiretlerarası ve devlet/aşiretler arasındaki çatışmalar sırasında bile sadece ocakzade olanların silahsız dolaşabildikleri ifade edilmiştir. Yine bazı ocaklara mensup dede aileleri hastaların başvuru merkezleri konumundaydılar. Mesela Tunceli Hozat Karaca Köyü’ndeki Sarı Saltıklı Dedeler böyle ailelerdendir. Çeşitli hastalıklar için bazı Ocaklara başvurulur. Ayrıca Clarke araştırmaları sırasında Ocakzade Dedelere ait mezarların da yeşil renkli bezler konulduğunu ve bunun da karizmatik soyu sembolize ettiğini ifade etmektedir. (Clarke 1999: 121) Bir çok dedesoylu’nun mezarı da zaman içerisinde büyük ziyaretgahlara dönüşmektedir. Mesela Malatya, Arguvan, Ballıkaya (Mezirme) Köyü’ndeki Vaylo Dede, Muş Varto İçmeler (Rakkasan) Köyü’ndeki Seyyid Nesemi Dede yakın zamanda yaşamış dedesoylulardır. Bu kişilerin soyları ve toplum üzerindeki nüfuzlarına binaen mezarları birer ziyarete dönüşmüş, türbe haline getirilmiş. Bu şekilde bu yerler sürekli ziyaret edilen, adak adanan, dilek dilenen mekânlar haline dönüşmüşler. Bu örnekleri Anadolu’nun bir çok yerinde görmek olanaklıdır.
Genel olarak Alevi-Bektaşi topluluklar cemaat yapılanması bakımından dergahlar ve ocaklara bağlıdırlar. Toplumsal planda dergah ve ocak disiplini esastır. Bu organizasyon kutsal temellere dayanmaktadır çünkü bu ocakları oluşturmuş aileler keramet sahibi ululardan gelmektedir. Bu ulu kişiler aynı zamanda İslam Peygamberinin ve Ehlibeytinin soyuna dayanmaktadır. “Hak-Muhammed-Ali Yolu” olarak adlandırılan ve kutsanan bu yol, Ehlibeyte dayanan dede aileleri yani “Ocaklar” aracılığıyla yüzyıllardır süregelmektedir. Şapolyo’nun da ifade ettiği gibi “Kızılbaşlarda ocak disiplini bir kutluluk arzetmektedir. Bu disiplinde bir Kızılbaş cemaatinin tesanüdünü vazifeli görmektedir. Kızılbaşlar bir sekt olarak mevcudiyetlerini devam ettirmektedirler…”(Şapolyo 1964: 267) Alevi Ocakları, Dede Garkın, Sarı Saltuk ve Hıdır Abdal gibi Alevi geleneğinin evlad-ı resul (seyyid) saydığı ve kutsal kabul ettiği din ulularının adlarını taşımaktadır. Ocaklar zaman içerisinde, bu kutsal dervişlerin soylarından gelenlerce kurumsal hale getirilmiş, bu soylardan gelenlere ocakzade (ocakoğlu) denmiş, dedelik görevinin ocakzade dedeler (seyyidler) tarafından yerine getirilmesi bir gelenek halini almıştır. Ocaklar konusunda Prof. Boratav da şu bilgileri sunuyor: “…Hasan Dede Ocağı , Narlıdere Ocağı deyimlerinde görüldüğü gibi, Anadolu’daki Alevi-Kızılbaş topluluklarının, bölge bölge bağlı bulundukları kutlu merkezler; ocak bu deyimlerde, aynı zamanda, o yerlerde oturan tarikat ulularının soyu anlamına gelir ; genel olarak bu ocakların önderlik görevi babadan oğula geçer ; nitekim ocak ulusunun soyundan olan kimselere “ocakzade” derler “ (Boratav 1984: 113)Dedelik konusunda olduğu gibi, ocaklar konusunda da bilimsel araştırmalar yapılmadığından, Türkiye’deki toplumsal ve dinsel ortamı anlamak bakımından çok büyük önem taşıyan bu konuların birçok yönleri karanlıkta kalmıştır. Ben burada ocaklar konusunda giriş niteliğinde de olsa bilgiler sunmaya çalışacağım. Çünkü bu konunun büyük ölçüde aydınlığa kavuşabilmesi için, Anadolu’da değişik yörelerde bulunan ocakları kapsayan alan araştırmalarının ve özellikle Dede ailelerinde varolan her türlü yazılı ve sözlü verilerin toplanması gerekmektedir. Bu bağlamda Dedelerde bulunan şecerelerin ve diğer elyazma belgelerin günışığına çıkması da büyük önem taşımaktadır. Biz edinilecek yeni bilgiler doğrultusunda bu zamana kadar elde edilmiş bilgiler doğrultusunda sunduğumuz verilerde de düzeltmelere ve değişikliklere gidileceğine bunun da olağan olduğuna inanıyoruz.
İncelediğim kadarıyla hem kaynaklar ve hem de sözlü geleneğe göre Dede ocaklarına adlarını veren şahsiyetlerin bu konumlarını belirleyen üç önemli unsur vardır:
· Soy: Ocak Ulularının bazıları gerçekten soy yoluyla Hz. Ali’ye bağlanmaktadır. Şecerelere her ne kadar ihtiyatla yaklaşmak gerekse de bunların tümünün düzmece olduğunu iddia etmek de doğru değildir. Demek ki bazı ocak uluları gerçekten Hz. Ali soyundan gelen ocakzade bir soya mensupturlar.
· Keramet: Yine sözlü geleneğe ve şecerelerde yazılanlara göre bazı ocak uluları da olağanüstü güçlere sahip olmaları ve keramet göstermeleri nedeniyle ocak kurucusu olmuşlardır ki bazı Dedeler de onların soylarından gelmektedirler. Bu kerametler arasında ateşe hükmetme, zehir içme, duvarı yürütmek gibi kerametler sayılabilir.
· Hizmet: Bazı ocak uluları da Hacı Bektaş Veli dergahında yaptıkları hizmetleri karşılığında Alevileri özellikle inanç ve ibadet konularında eğitmek üzere görevlendirmişlerdir. Menkıbelere göre Hacı Bektaş Veli, Sarı Saltuk, Seyit Cemal, Güvenç Abdal gibi bazı ocak ulularını Anadolu’ya Alevi taliplere dedelik yapmak üzere göndermiştir.
Burada ocakların özellikleri ve işlevleri konusuna geçmeden önce ocakların ne zaman ortaya çıkmış olabileceklerine ilişkin bilgiler de sunmak istiyorum. Bu konuda farklı Alevi-Bektaşi grupların mensup oldukları gelenek doğrultusunda tezleri savuna geldikleri bilinmektedir. Dedebabalar, Çelebiler, Ocakzade Dedeler, Babalar ve Dikme Dedeler farklı görüşler ileri sürmektedirler. Bu tezleri genel olarak şu şekilde özetlemek olanaklıdır:
Alevi Ocakları Hacı Bektaş Veli zamanında ortaya çıktı.
Alevi Ocakları Hacı Bektaş Veli’den önce vardı. Hz. Ali’nin soyundan gelen ailelerce oluşturuldu.
Alevi Ocakları Şah İsmail’den sonra ortaya çıktı.
Anadolu’ya gelen kabilelerin dinsel/siyasal lideri türkmen babaları Ocakzade Dede ailelerini oluşturdular.
Kızılbaş Alevi Ocaklarını daha önceki çalışmalarımızda işlevlerine göre şu şekilde sınıflandırmıştık:
A-Mürşid Ocakları,
B-Pir Ocakları,
C-Rehber Ocakları,
D-Düşkün Ocakları.
Ancak bu sınıflandırma Ocakların yapılanması bakımından yanlış anlamalara yol açabilir gözüküyor. Burada buna kısaca değinmek istiyorum. Bu burada “El ele, el Hakka Sistemi” açıklanırken örneklerle sunulacaktır. Bir kez sistemin doğası gereği herhangi bir ocağa bu mürşid ocağıdır diyebilmek olanaklı gözükmüyor. Çünkü o ocağın da bir mürşidi yani bağlı olduğu ocak bulunuyor. Bu aynı şekilde rehber ve pir ocakları derken de geçerli. Düşkünlük meselesine gelince bu da tartışmalı bir konu. Düşkünlerle ilgili uygulama şu şekilde. Her ocak kendi içerisinde düşkün meselesini zaten halledebiliyor. Ancak herkesin bildiği üzere düşkün ocağı olarak adlandırılan bir tek ocak Hıdır Abdal Ocağı. Eskiden Dersim olarak adlandırılan bu büyük Alevi yerleşim alanlarının da yegane makamdır. Bazı kaynakların ve Hıdır Abdal Sultan’ın ziyaretgahının bulunduğu Ocak Köyü’ndeki yaşlı dedelerin açıkladığına göre Hıdır Abdal Ocağı Dedeleri bu görevi Hacı Bektaş Dergahı’nı temsil eden Çelebilere vekaleten yapmaktadırlar. Yani asıl düşkünlük makamı bütün ocakları Serçeşmesi olan Hacı Bektaş Dergahı olmakta ancak bu sanırım ulaşım ve iletişim sorununu ortadan kaldırmak amacıyla Hıdır Abdal Ocağı’na vekaleten verilmiş görülmektedir.
Ocakları örgütlenme bakımından şu şekilde sınıflandırabiliriz: A-Bağımsız Ocaklar B-Hacı Bektaş Çelebilerine Bağlı Ocaklar. Yine ocakları uygulamadan kaynaklanan farklılıklara göre şu şekilde sınıflandırabiliriz: A-Erkânlı Ocaklar B-Pençeli Ocaklar
Bazı araştırmacılara göre Şah İsmail’in Yavuz karşısında yenilgiye uğraması ve bunun sonucunda Safevilerin Anadolu’daki nüfuzunun zayıflaması Hacı Bektaş Dergahı’nın Alevi Ocakları karşısındaki durumunu güçlendirmiştir. Çelebiler’in, Anadolu’daki ocakzade Aleviler üzerindeki nüfuzlarını artırmaları Çelebi Ahmed Cemaleddin Efendi (1862-1921) zamanında gerçekleşmiş, ocaklara bağlı Aleviler üzerinde Hacı Bektaş Dergahı çelebilerinin nüfuzlarını arttırmak isteyen A. Cemaleddin Efendi: “...Anadolu’nun en uzak yerlerine kadar adamlar göndererek Hacı Bektaş ocağının ser-çeşme olduğunu, o ocağa görülmeden talip gören dedelerin yolsuz bulunduklarını, erkân, tarîk, evliya, zülfikar ve serdeste gibi adlar ile anılan sopanın yezitlik alameti bulunduğu...” propagandasını yaptırmıştı ve I. Dünya Savaşı için asker toplamak amacıyla Tunceli’ye kadar giden Cemaleddin Efendi kimi ocakları ve Alevi topluluklarını çelebilere bağlamayı başarmıştır. Çelebilere bağlananlara dönük, ocaklara bağlı kalmayı sürdürenlere purut da denilmektedir. (Gölpınarlı 1993: 790, 794-795) Ayrıca Çelebilere bağlı ocakların dedeleri ve çelebilerin Alevi köylerine gönderdikleri vekilleri cem törenlerinde tarîk (erkân) yerine ellerini kullandıklarından pençeli olarak da adlandırılmaktadır. Bu pençe-tarîk ikiliği o günlerin bir bakiyesi olarak bugün bile sürmektedir ve dedeler arasında tartışma konusudur.
Değişik bölgelerde bulunan ocakların dinsel törenlerdeki uygulamalarında ve izledikleri esaslarda da farklılıklar bulunmaktadır. Örneğin Alevi tahtacıların bağlı bulundukları İzmir Narlıdere ve Aydın Reşadiye’de Emirbeyliler ve Yanyatırlılar olmak üzere iki dede ocakları vardır. Bu dede ocaklarının üstünde veya altında başka ocaklar yoktur.(A. Yılmaz 1948: 17; Yetişen 1987) Ocaklar şeklindeki bu örgütlenme Anadolu’nun birbirinden çok uzak bölgelerinde yaşayan Aleviler arasında iletişimi de sağlayan yegâne araçtır ve bu işlevini ocakzade dedeler aracılığıyla yerine getirmiştir. Alevi ocaklarının değişik bölgelerde yaşayan topluluklar üzerinde farklı nüfuz alanları bulunmaktadır. Ocakzade dedeler kendilerine bağlı bölgeler ve köyler dışındaki yerlerde faaliyette bulunmazlar. Taliplerde de böyledir yani, babası hangi ocağın talibiyse, ya da hangi ocaktan ise, o da mutlaka o ocağın talibi olurdu. Her ocak belli nüfuz alanlarına sahiptir. Ancak çeşitli nedenlerle bağlı bulundukları ocak ve dedeleri bulunmayan Alevilerin başka ocakzade dedelere bağlandıklarına da rastlanmaktadır.
Shankland’ın Dede aileleri ile talipleri aynı köyden gelmektedir şeklindeki düşüncesi doğru değildir. (Shankland 1999: 322) Ocakları oluşturan Dede aileleri ve onların talipleri aynı köy içerisinde bulunabilecekleri gibi uzak yerlerde de bulunabilmektedir. Dedeler bu bakımdan hizmetlerini taliplerine gitmek suretiyle yerine getirirler ve bundan dolayı Grothe gibi araştırmacılarca gezici (peripatetic) olarak nitelenmişlerdir. (Bk.: Hasluck 1929: 148) Bence bu deyim Dedelerin geleneksel işlevlerine oldukça uygun gelmektedir.
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 2:37 pm

ALEVİ OCAKLARINDA HİYERARŞİK YAPI VE KÖKENLERİ
Aslına bakılırsa Alevi Ocakları arasında ayrım gözetilmez ve bu da Aleviler arasında “Eri erden seçen kördür.” denilerek ifade edilir. Ancak buna karşın “El ele el Hakka Sistemi” çerçevesinde Ocakların arasında mürşitlik, pirlik ve rehberlik bağı vardır. Her Dede ailesi bu şekilde kendini bağlı saydığı Dede ailesinin talibi, müridi sayılır. Bu da doğal olarak hiyerarşik bir durum ortaya çıkarmaktadır. Bu hiyerarşik yapılanmanın kökeni hala tam olarak açıklığa kavuşmamıştır. Ocakların bir bölümü, başka ocaklara bağlıdır. Bağlı olunan ocak mürşid ocağı, bağlı olan ocak ise pir ocağı olarak, yine rehberlik de bir başka ocağın hizmeti olarak paylaşılır. Bu görev paylaşımı “El ele El Hakka Sistemi”’nin doğal bir sonucudur. Bu görevler farklı ocaklar arasında olabildiği gibi, aynı ocak içerisinde farklı dede ailelerince de üstlenilebilmektedir. Örnek vermek gerekirse İmam Musa-i Kazım Ocağı’ndan Ahmet Karanfil Dede “Pîrimiz Baba Mansur, mürşidimiz Ağuiçen Ocağıdır.” diyor. Buna karşın Mürşitlik, pirlik ve rehberliği aynı ocak içinde paylaşanlara da rastlıyoruz alan araştırmalarımız sırasında. Talip sayısı, sahip olunan yetkiler ve nüfuzları da hiyerarşik bir görünüme yol açıyor. Ocakzadeler arasında bu konuda tartışmalar yaşanıyor. Sahip olunan talip sayısı, şecereler, Yol bilgileri gibi unsurlar üstünlük gerekçeleri olarak sıralanıyor. Biz bu hiyerarşik yapılanmanın kökenine dair şu varsayımları ileri sürebiliriz:
1- Bu durum bazı ocakların eski oluşlarıyla ilgilidir.
2- Bazı ocakların nüfuzlu oluşuyla, nüfuz bölgeleri ve taliplerinin fazla oluşuyla ilgilidir.
3- Özellikle XVI.yüzyıldan itibaren heterodoks Alevi zümrelerin zaman zaman merkezi idare ile yaşadıkları sürtüşmeler sonucunda gerçekleşen göçler ve sürgünlerle ilgilidir. (Barkan 1953: 228) Bu göçler ve sürgünler sonucunda kimi ocaklara mensup dede ailelerinin göçmeleri ve gittikleri yerde başka adlar altında ocakların ortaya çıkması, ancak bazılarının önceki ocaklarına kendilerini bağlı saymaları kuvvetle muhtemeldir. Bazı yerlerdeki Mürşid ocağı, pir ocağı, rehber ocağı gibi kavramların da bu şekilde ortaya çıktığı söylenebilir. (Yaman 1996: 59-60)
Her ocağın kendi içinde ve ocaklar arasında varolan hiyerarşik yapı “El ele, el Hakka” anlayışının bir sonucudur. Her ocak kendi içinde mürşid, pir ve rehber ocakları şeklinde dede aileleri arasında bir görev bölümüne gitmiş, ocaklar ise yine kendi aralarında mürşid, pir ve rehber ocakları olmak üzere görev bölüşümüne Bu yapılanmayı birer örnekle açıklamaya çalışalım: Baba Mansur Ocağı dedeleri taliplerinin hizmetlerini görmek üzere kendi aralarında mürşitlik, pirlik ve rehberlik görevleri paylaşmışlardır. Dedelik kurumunun bu üçlü görev dağılımı birbirinin olmazsa olmaz koşuludur. Bu görev dağılımı birbirini tamamlayan işlevler yerine getirir. Herhangi birindeki aksama mekanizmanın bozulmasına ve birtakım sosyal olumsuzluklara yolaçar. Kaldıki dede-talip hiyerarşisi de birbiriyle sıkı ilişki içerisindedir. Bir Şeyh Hasan Ocağı dedesi bunu şu şekilde anlatmıştır: “…Esas yol uludur. Dede ile talibin arasındaki fark et ile tırnak gibidir. Biri ikrardır, biri imandır. Gözcü talip pirini ateşten geri alır. O onu var eder, o onu var eder. Şimdi ikrar nerede iman oradadır. İman nerede ikrar oradadır….”Aynı dede ocakların birbirlerine olan bağlılığı konusunda ise şu açıklamayı yaptı: “Sarı Saltık’ın mürşidi Ağuiçen’dir. Sarı Saltık da Derviş Cemal’in mürşididir. Yani birbirine bağlıdırlar. Hacı Kureyş’in mürşidi Baba Mansur’dur. Baba Mansurluların mürşidi de Ulu Şeyh Ahmed Dede evladıdır. Yani “El ele, el Hakka” birbirine bağlıdırlar.” Elazığ Sün Köyü’nde görüştüğümüz Ağuiçenli Ahmet Mutluay Dede Ocakların birbirlerine bağlı olması konusunu “Derviş Cemaller Kureyşan’a, Kureyşanlılar Baba Mansurlara, Baba Mansurlular Seyyit Sabun’a; Seyit Sabunlular Şıh Ahmet Dede’ye; Şıh Ahmet Dedeler de Ağuiçene bağlıdırlar. Koca Seyyidin elinde olan ocaklar, Kara Donlu Can Baba bizim müridimizdir. Koca Keşker de bizim müridimiz...” şeklinde açıklamıştır. Yine Ankara’da görüştüğüm bir Garip Musalı dede, pirlerinin Hıdır Abdal Ocağı olduğunu ifade etmiştir. Ancak değişik yörelerde Alevilerin diğer uygulamalarında olduğu gibi bu “El ele, el Hakka” sisteminin uygulanışı konusunda da bir homojenlikten söz etmek olanaklı değildir. Ancak zaman içerisinde elde edilecek yeni kaynaklar üzerinde yapılacak çalışmalar ve alan çalışmaları ile Anadolu’daki Ocak Sistemi’ne ilişkin daha kapsamlı veriler sunulabileceğine inanıyoruz.
Bir kısım ocaklar ise Hacı Bektaş Çelebilerine (Dedegan kolu=Ulusoy ailesi) bağlıdır. Örneğin Güvenç Abdal Ocağı gibi. Hacı Bektaş Çelebisinden her yıl icazet almak suretiyle dede görevlendirilirdi. İcazet almayan dedelik yapamaz, Çelebi gerektiğinde atadığı bu dedeyi değiştirebilirdi. İcazetname adlı belgede dedenin talipleri dedenin talipleri irşadla görevlendirildiği, Hacı Bektaş Çelebisinin mühürüyle birlikte yeralırdı. Bu konuda EK 2 bölümünde iki örnek sunuyorum. (Ulusoy 1986: 194, 255-256; Ayrıca bk Gürses 1964: 13 )
Alevi ocaklarına ilişkin genel bilgileri sunduktan sonra, bu ocakların bazılarına ilişkin genel bilgiler sunabiliriz. Bunların bir bölümünü geçtiğimiz yıllarda bizzat ziyaret ettim. Ocakların bazılarına ilişkin elde ettiğim yazılı kaynaklardaki ve alanda elde ettiğim verileri henüz tam anlamıyla değerlendiremediğimden bütün ocaklara ilişkin kapsamlı açıklamaları ileride yayınlanacak olan çalışmamda bilim dünyasına sunacağım. Bu bildirimin ekler bölümünde Alevi Ocaklarına ilişkin karma bir liste sunacağız. Bu liste Gloria Clarke, Cem Vakfı Dedeler Toplantıları ve benim alan çalışmalarıma dayanmaktadır. Bu listede yer alan ocakların bazıları değişik adlarla anılmaktadır ki, bunlar bildirimin boyutlarını aşması nedeniyle verilmemiştir.

OCAKLAR VE SÖZLÜ GELENEK (ORAL TRADİTİON)/ YAZILI KAYNAKLAR
Sosyal Organizasyonunun doğal bir sonucu olarak kapalı bir cemaat yapısı gösteren Alevi topluluklarda sözlü gelenek önemli rol oynamıştır. Ayrıca günümüze ulaşan yazılı kaynaklarda mevcuttur. Bu dışa kapalılık bilginin kutsallaşması ve belli ellerde toplanmasını beraberinde getirmiştir. Bilginin Ocaklardan gelen Dede ailelerinin elinde bulunması onlara önemli bir ayrıcalık vermektedir. Kişinin o topluluk içinde doğmasıyla başlayan ve Dedeye ve içinde yaşanılan çevreye dayalı bu toplumsallaşma titizlikle korunmuştur. Öyle ki o toplumun dışına çıkıp yabancı bir muhitte kalan bir Alevi geriye döndüğünde Cem’de Dedenin ve cemaatin huzurunda sorgudan geçirilir. Bir anlamda temizlenir. Ancak bu şekilde o topluluğa yeniden dahil olabilir.
Alevilerde varolan sınırlı sayıda kaynak bugün hala en çok Alevi Ocaklarında bulunmaktadır. Bunlar arasında Buyruklar, Cönkler, Cenk Kitapları, Vilayetname, Makalat, Faziletname ve şecereler (dede evlerinde nefeslerin ve deyişlerin yer aldığı kitaplar (Cönkler), Menakıb-ı İmam Cafer-i Sadık, Hutbe-i Düvaz-deh İmam/Menakıb-ı Seyyid Safi, “Küçük Buyruk” olarak da bilinen “Dergah-ı Ali’de Seyyid Abdülbaki Efendi’nin Erenlere Muhib olan Temiz İnançlı Müminlere Gönderdiği Mektup” başlıklı bir kitapçık, Makalat-ı Hacı Bektaş-ı Veli ve Vilayet-name adlı el yazması (Osmanlıca) eserleri) sayılabilir. Şecerelerde önemli veriler bulunuyor bunlar hem halkbilim hem de tarih alanında gerekli kritiği yapılarak kullanılabilir. Bunu Köprülü daha önce “Vilayetname” için yaptığını ifade etmişti. (Köprülü 1995: 9) Şecerelerde kim hangi Ocağa, hangi aşiret bağlı, o Ocağın önderleri kimlerdir gibi bir çok bilgiler yer alıyor ve bunların toplanıp değerlendirilmesi ile birçok konu aydınlatılabilir kanısındayım. (Bektaşi dergâhları eğitim faaliyetleri ve araçları bakımından da, ocakzade dedelere bağlı Alevilerle kıyaslanmayacak ölçüde kurumsallaşmış idiler.Dergahlarda yüzlerce cilt eser bulunurken Alevi köylerinde sadece Dede evlerinde elyazması kitaplar bulunurdu.)
Bir diğer önemli nokta da Ocakların başka bir deyişle ocak mensubu Dede ailelerinin sözlü geleneği en iyi yaşatan ve aktaran roller üstlenmeleridir. Alevi tarih, inanç ve kültürü yüzyıllar boyunca bu Ocaklar içinde yaşatılmışlardır. Dedeler saz eşliğinde söyledikleri deyişlerle de olsa birçok geleneksel veriyi bugüne taşımışlardır. Müzik de bu aktarım işinde çok önemli işlevler üstlemiştir. (Bu konuda bk: Clarke 1998)

Ali YAMAN tarafından ziyaret edilen bazı dergah ve ocakları sıralamak gerekir ki bunda amaç bu yerlerin herkes tarafından öğrenmesini sağlamaktır:
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

semah Geri: TÜRK-ANADOLU ALEVİLİĞİ

Mesaj tarafından Admin Cuma Mayıs 30, 2014 2:38 pm

1.      Abdal Musa Sultan Dergahı (Antalya, Elmalı, Tekke Köyü),
2.      Ağu İçen Ocağı (Tunceli, Hozat, Karabakır (2) [Bargini] Köyü),
3.      Koca Seyyid Dergahı (Elazığ, Sün Köyü),
4.      Baba Mansur Ocağı (Tunceli, Mazgirt Darıkent [Muhundi] Bucağı),
5.      Seyyid Battal Gazi Dergahı (Eskişehir, Seyitgazi),
6.      Garip Musa Ocağı (Sivas, Güneş Köyü),
7.      Hıdır Abdal Ocağı (Erzincan, Kemaliye, Ocak Köyü),
8.      Piri Baba Dergahı (Amasya, Merzifon),
9.      Kara Pirbad Ocağı (Sivas, Divriği, Ömerli Köyü),
10. Koca Leşker Ocağı (Erzincan, Bağıştaş),
11. Pir Sultan Ocağı (Sivas, Yıldızeli, Banaz Köyü ve Tunceli, Pülümür, Hacılı Köyü) (3),
12. Seyyid Baba Ocağı (Sivas, Divriği, Akmeşe [Ziniski] Köyü),
13. Sultan Sinemil Ocağı (Kahramanmaraş, Elbistan, Kantarma Köyü),
14. Şücaettin Veli Dergahı (Eskişehir, Arslanbegli),
15. Şah İbrahim Veli Ocağı (Malatya, Arguvan, Ballıkaya [Mezirme] Köyü),
16. Şeyh Hasan Ocağı (Malatya, Arapgir, Onar Köyü),
17. Üryan Hızır Ocağı (Tunceli, Pertek, Dorutay [Zeve] Köyü),
18. Derviş Muhammed Ziyareti (Sivas, Eğrisu [Anzahar] Köyü),
19. Gani Baba Ziyareti (Sivas, Eğrisu(4) [Anzahar] Köyü),
20. İmam Zeynel Abidin Ziyareti (Malatya, Battalgazi,Atabek Köyü),
21. Ali Baba Türbesi (Gaziantep),
22. Elif Ana Türbesi (Gaziantep),
23. Umman Baba Türbesi (Gaziantep),
24. Kemal Gazi Dede Türbesi (Amasya, Oymaağaç Köyü),
25. Göz Baba Ziyareti (Amasya, Balgöze [Emert] Köyü),
26. Hüseyin Gazi Ziyareti (Sivas Divriği, Iğımbat Dağı),
27. Seyyid Nesimi Ziyareti (Muş, Varto, İçmeler [Rakkasan] Köyü).
 
 
 
Not: Balkan ülkelerinde yaşayan Alevi-Bektaşiler dinî inanç ve yol bakımından Hacı Bektaş Veli'ye bağlı bulunmaktadır. Macaristan, Yugoslavya, Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya'da, büyük bir bölümü ortadan kaldırılmış olmakla birlikte çok sayıda Bektaşi tekke ve zaviyelerinin -başta Budapeşte'deki ünlü "Gülbaba Türbesi", Dimetoka'daki "Seyyid Ali Sultan Zaviyesi", Kahire'deki "Kaygusuz Abdal Dergâhı" ve benzerlerini bu dergah ve ocaklara örnek verilebilir.
 
 
 
 
Bütün bu anlatımların, bilgilerin ışığı altında kısa özetleme yaparsak;
·         Şii-Şia kelimelerin anlamı Hz. Ali taraftarı yanlısı olup bunun Türkçe karşılığı Alevi kelimesi olmaktadır.
·         Dünyada hüküm sürmekte olan Alevilik inancı ile Anadolu da geçerli olan Alevilik inancında birleştiren nokta tek yaratan olan Allah’a inanma, peygamberi Hz. Muhammed kabul etme , Hz. Ali’nin yolunda gitme ve de Ehl-i Beyt sevgisi olmaktadır.
·         Türklerin ortaasyadan anadoluya doğru olan göçlerinde izledikleri yol İran’ın kuzey bölgesidir ve bu göç sırasında İslam ile karşılaşmışlar ve çeşitli nedenlerle İslam dinini seçmişlerdir. İranlıların, Alevi olması nedeni ile de İslam’ın bu koluna bağlanmışlardır ve Aleviliğin temelinde yer alan Allah-Muhammed-Ali, Ehl-i Beyt inancını temel almışlardır.
·         Türk-Anadolu Aleviliği olarak isimlendirebileceğimiz bu inanış şekli İslam’ın yorumlanışı olup dinsel bir felsefeyi içinde barındırmaktadır.
·         Türk-Anadolu Aleviliğini, İslam dışında tutmak büyük bir hata olur.İçerik olarak aynı temele oturan uygulama ve felsefik olarak farklılıklar içeren bir dinsel yorumdur, mezheptir.
·         Anadolu da ki Alevi İslam inancının uygulamasının başlangıcında İslam’ı çeşitli nedenlerle kabul eden Türk-Türkmen boylarının eski inanış ve uygulamalarını harmanlaması yatmaktadır.
·         Horasan bölgesinde şekillenen ve ana hatları olgunlaşan bu inanç sistemi özgün yapı olarak Türk-Türkmen boylarına hitap etmekte ve ilk çıkış noktası bu olmaktadır.
·         Her ne kadar Kürt Alevileri de olmasına rağmen çeşitli araştırmalar bunların geçmiş dönemde Türkmen boyları oldukları ancak çeşitli göç, baskı v.b. nedenlerle Kürt kimliği kazandıklarını göstermektedir. Bu konuda genelleme yapmak yerine Anadolu ve Mezopotamya da yaşayan Kürtlerin bir kısımlarının İslam’ı Türk-Anadolu Aleviliğini seçerek girmiş veya etkilenmiş olduğunu kabul etmek yerinde olacaktır. Din veya dinsel felsefeler her ne kadar belli bir ırktan çıkmış olsalar da sadece o ırkın tapusunda bırakmak yerine genele vermek daha doğrudur.
·         Türk-Anadolu Aleviliğinin ilk öğreticisi altıncı imam Cafer-i Sadık olup onun yazdığı Buyruk olarak isimlendirilenMenakib-i Imam Cafer-i Sadik kitabı şekillenmiştir. Bu kitap bütün Alevi dünyasına hitap etmektedir.
·         Türkler tarafından kabul edilen İslam dini, diğer milletlerde olduğu gibi yorumlanmaya ve karşılaştırılmaya başlanmıştır. Horasan da şekillenmeye başlayan Türk-Anadolu Aleviliğinde ki bir diğer önemli yönlendirici de Hoca (Şeyh) Ahmet Yesevi olmuştur.
·         1100 yıllarda Hoca Ahmet Yesevi tarafından getirilen yorum ve dinsel felsefe ile İslam inancı Türk boylarının kendi iç yapısına uygun bir şekle sokulmuştur. Bu yapılırken dinin ve de İslam inanışının temel noktaları dikkate alınmıştır.
·         Bir Yesefi dervişi olarak Anadolu’ya giren Hacı Bektaş-ı Veli tarafından Türk-Anadolu Aleviliğini felsefesi genişletilmiştir.
·         Bektaşiliği, Türk-Anadolu Aleviliğinden ayırmak, soyutlamak ve farklı felsefelere yerleştirmek yanlış olacaktır.
·         Bektaşilik, Türk-Anadolu Aleviliğinin içerisinde bir tasavvuf, bir tarikat gibi oluşup gelişmesine karşın bugün iç içe geçmiş halkalardır.
·         Türk-Anadolu Alevilik inancının uygulanmasında temel direk sayılabilecek olan dedelik ve ocak kavramlarının yeniden değerlendirilmesinde ve de çalışmalarının etkinleştirilmesinde yarar vardır.
·         Ancak dedelik işlevinin gelişimci, bilimsel ve akılcı bir yapıya oturması bakımından Ocakzade dedeliğin yerini, Bektaşi dergahının uygulaması olan Çelebi dedeliğin alması yerinde olacaktır. Ancak bu uygulamanın da bir aileye bağlanması değil akıl, bilgi ve görgü kavramları yürütülmesi gerekmektedir.
·         Dedelik işlevi sadece Cem ayinini yönetmek değil aynı zamanda gerek Türk-Anadolu Aleviliği konusunda gerek İslam dini konusunda gerekli bilgiye sahip olup çevreyi aydınlatmakla oluşur.
·         Bu noktada ortaya çıkan en önemli sonuç parçalanmanın, çeşitli örgütlenmeler altında buluşmanın Türk-Anadolu Aleviliğine yarardan çok zarar verdiğidir. Bu anlamda tek çatı altında buluşulması gerekmektedir.
·         Bir başta önemli husus ise Türk-Anadolu Aleviliğinin bir siyasi kimlik olarak görülmesi, anlaşılması yanlışıdır. Bu sadece Türk-Anadolu Alevileri için değil bizleri böyle görmek isteyen/gören çeşitli siyasi düşünce ve partiler içinde geçerlidir.
·         Türk-Anadolu Aleviliğinin temelini oluşturan dinsel kimliğin unutulması, terk edilmesi gibi hataya düşülmeden, dinsel, felsefi ve görgü konularında ki bilgilerin genç nesillere aktarılması gerekmektedir. Bu çalışmaların akıl-yürek-bilgi üçgeninde yürütülmesi bize gerçekleri daha net sunacaktır.
·         Türk-Anadolu Aleviliğinin bir dinsel inanış olduğunun unutulmayıp bunun farklı yerlere çekilmesi, dinsel kavramların boşaltılması gibi hataların düzeltilmesi gerekmektedir.
·         Muharrem orucunun, olayın asıl tarihi olan zamanda tutulması daha gerçekçi olacaktır ki 10 Muharrem tarihinin gerçek zamanı 10 Ekim de gelmektedir.
·         Diyanet İşleri Başkanlığının görev alanı ve kuruluş yapısı gerçek laik düşünce yapısına yeniden düzenlenmeli, bir mezhep veya inanışın kurumu olmaktan çıkartılarak, bütün dini düşünce, inanış ve yaklaşıma laiklik ve cumhuriyet ilkeleri korunarak eşit mesafede, gözetleyici, denetleyici, kural koyucu ve destekleyici bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir.
 
 
 
 
 
Bu çalışmanın yapılış amacı ilk başta da belirtildiği üzere kendisini Alevi olarak nitelendiren, bunu söyleyen ancak bu konu hakkında az veya kulaktan dolma bilgilere sahip özelliklede genç insanlarımıza küçük bir aydınlatıcı mum ışığı vermektir. Alevilik hakkında burada yazılan bilgiler sadece temel olabilecek kafamızda bazı şeylerin netleşmesine, bazı soru işaretlerinin oluşmasına, bazı kavramların yerleşmesine neden olabilecektir. Bu sadece daha fazla bilgiye ulaşmak için bir mum ışığıdır.
 
Gökten uçan Cebrail’dir, Huridir
Bir gül vardır Muhammed’in nurudur
Bir kapusu Şah-ı Merdan Ali’dir
Elvan elvan nurlar çıkar ol burca
         *        *        *
Hikmet arar isen özüne bir bak
Arap’ta, Acem’de, Rum’da arama
Hakikat nurunun aslı hakikat
Aynada yansıyan nurda arama
         *        *        *
Hararet nârdadır, sacda değildir
Keramet baştadır, tacda değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir./ Hacı Bektaş-ı Veli
 
 
 
 
 
Ali POLAT
15.09.2005 / İzmir
 
 
 
KAYNAKLAR:
Kaynaklar ana ve genel hatları ile yazılmış olup, kaynak alınan yazılarda ki kaynaklar belirtilmemiştir. Ayrıca Genel kaynaklar olarak belirtilen kaynaklar Ansiklopedi, herkes tarafından kolayca ulaşılabilecek kaynak v.b. kaynaklardır.
 
·   Ali Duran Gülçiçek              :Hacı Bektaş Veli’nin Yaşam
     Felsefesi,İnanç Ve Öğretisi
·   Ali Yaman                                  : Anadolu Aleviliği’nde Ocak Sistemi ve
 Dedelik Kurumu
·   Ali Yaman                                  : Alevilik Nedir
·   Çiğdem Aktaş                             : Toplumsal Açıdan Erenlerin Ser
 Çeşmesi:Hacı Bektaş Veli
·   Diyanet İşleri Başkanlığı Web sitesi
·   İsmail Onarlı                     : Alevilik İslam’ın Özüdür
·   Piri Er                              : Geleneksel Anadolu Aleviliği
·   Süleyman Ateş (Prof.Dr.)            : Kuran-ı Kerim tefsiri
·   Türk Tarih Kurumu Web sitesi
·   Yaşar Nuri Öztürk (Prof.Dr) : Kuran-ı Kerim meali
·   Genel Kaynaklar
Admin
Admin
YÖNETİM
YÖNETİM

Başak Kayıt tarihi : 19/01/14
Yaş : 64
Nerden : istanbul

moderatörler
tercübe: araştırmacı-yazar

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz